İslâmi Edebiyât

Alm. İslamiche Letaratur, Fr. Littérature İslamique, İng. Islamic literature.

İslâmiyetten sonra Araplarda ve sonraları Müslüman ülkelerde gelişen edebiyât. Her milletin bir edebiyâtı olduğu gibi İslâmiyetten önce Arapların da kendilerine mahsûs bir edebiyâtı vardı. Daha çok şifâhî (sözlü) olan bu edebiyâtta hicâ (yergi), risâ (mersiye) ve hamâse (yiğitlik ve kahramanlık) üzerine şiirler söylenir, şâirler duygu ve düşüncelerini dile getirirlerdi. Şiire pek fazla önem verildiğinden her kabîlenin şâirleri vardı ve bunların cemiyetteki yeri pek üstündü. Eski Türklerde olduğu gibi, Araplarda da şâirlerin fevkalâde bir kaynağa bağlı olduğu inancı hâkimdi. Şâir, aynı zamanda kâhin, yerine göre doktordu.

Dört halîfe devrinde daha ziyâde Kur’ân-ı kerîmin toplanıp yazılarak yayılmasına önem verilmiş ve hadîs-i şerîflerin derlenmesi üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Böylece klâsik Arapça, kâideleri ve kelime hazînesi bakımından tam mânâsıyla tesbit edilmiş oluyordu. Bunlardan başka, dört halîfeye (radıyallahü anhüm) âit resmî muhâberât, atasözleri ile bir kısım mensur parçalar, bir de eski şiirler, dille ilgili çalışmalara temel teşkil etti.

Dört halîfe ile devâm eden fetihler hazret-i Muâviye’nin halîfeliğiyle daha da genişlemiş ve memleketin çeşitli yerlerinde yeni yeni edebî faaliyetlerin yeşermesine yol açmıştı. Emevîler devrindeki (M.662-749, H.41-127) edebî faaliyetler arasında, hazret-i Muâviye ile kütüphâneler de kurulmaya başlandı. Hattâ onun devrinde, bilindiği kadarıyle dil ve edebiyâta âit malzemeyi bulunduran bir kütüphâneye yer verildi. Bu devirde Yezîd’in oğlu Hâlid’in adına 705 (H.85) senesinde kurulan ilk umûmî kütüphânede şiirlere yer veren kitapların bulunduğu, hattâ Velîd bin Abdülmelik’in (M.705-715 H.86-97) halîfeliği zamânında eski ahbârı ve şiirleri yazmak için resmî bir kâtibin vazifelendirildiği görülmektedir. Bu durum İkinci Velîd’in hilâfeti zamânında da (743-744 H.125-126) devam etmiştir. O da Araplara âit ahbâr ve şiirlerin yanında onların nesepleriyle ilgili bilgileri toplattırmıştır.

Bütün bunların yanında, Arap târihinde geleneğini kuran şiir, Emevîlerin hüküm sürdükleri islâm memleketlerinde varlığını devâm ettirmiş, yerine göre kâdılar ve halîfeler de şiir söylemeye başlamıştır. Yalnız bu devirde eskiye göre şiir iki çevrede kendisini göstermiştir. Bunlardan biri, eski çöl geleneğine bağlı şâirlerin şiirler söylemesidir. İkincisi ise, artık bir saraya sâhib olan halîfelikle, sarayın etrâfında, buna mümâsil olarak vâlilerin yanında ortaya çıkan edebî mahsûllerdir. Tabiî ki ikinci durumda, acemler gibi diğer ülkelerin tesiri de vardır.

Bunlara ilâveten Kûfe Kâdısı A’şâ Hamdân ile Halîfe Velîd (ölm. 742) idâreci oldukları hâlde, şâirler arasında da yer almışlardır. Şiirlerinde Adî bin Zeyd’i örnek alarak daha ileri giden Velîd, büyük şâir Ebû Nüvâs’a zemin hazırlamıştır.

Yine bu devirde görülen Kuseyyir de, saray şâirleri arasında yer almış ve dînî şiirler söylemiştir.

Eski çöl geleneğine bağlı şâirler daha ziyâde halk arasında görülürlerdi. Bunlar içinde Zu’r-Rumma diye meşhur olan Geylân bin Ukbe mühim bir yer tutar.

Yine çöl şâirleri arasında görülen ve Hıristiyan olan Abdullah bin el-Muhrik de, Emevî halîfeleri tarafından korunmuştur. Bu gruba, şâir Ahtal’ın yeğeni olup, önceleri Hıristiyanken, sonra Müslümanlığı kabul eden Umeyr bin Şuyeym’i de katmak gerekir. Bu şâir, şiirlerinde kendine mahsus deyimler kullanmakla husûsiyet kazanmıştı.

Emevîler devrinde görülen İslâm edebiyâtının bir başka yönü de, halk hikâyelerinin teşekkülüne yol açmış olmasıdır. Leylâ ile Mecnûn hikâyesinin bu devirde teşekkül ettiğini belirtmek gerekir. Türk ve İran edebiyâtlarında da asırlarca işlenecektir. Ayrıca pek meşhur olmamakla birlikte buna benzer bâzı hikâyelerin yine bu devirde teşekkül ettiğini belirtmek yerinde olur.

Emevîler devrinde görülen Arap asıllı olmayan şâirler de vardır. Bunlar şiirlerinde İran ırkçılığını işlemişler ve İslâm edebiyâtında inatçı bir çığırın açılmasına sebeb olmuşlardır. Bunların önde geleni İsmâil bin Yesâr’dır. Kullandığı dil Arapça olmasına rağmen, şiirlerinde İranlıları övmüş bir şâirdir. Yine Sindli şâir Ebû Eflah bin Yesâr’ı da zikretmek gerekir.

Ayrıca bu devirde destânî edebiyât ortaya çıkmıştır. Bu çığırı açanların başında şâir El-Kumeyt (ölm. 743) gelmektedir.

Emevîler devrinde az olmakla birlikte, târihçilik de mühim bir yer tutar. Fihrist sâhibi İbn-i Nedîm, bu sâhanın tek adamıdır. Bir de Ebû Mihnef Lût bin Yahyâ’nın (ölm. 774) târihî konuları da içine alan otuz üç eseri bulunduğu, bu müellifin de zamânının târihçileri arasında yer aldığı kaydedilir.

Abbâsîler devrinde (750-1258), edebî faaliyetler yanında ilmî faaliyetler de gittikçe gelişmiş ve çeşitli sahalarda pekçok ilerleme kaydedilmiştir. Emevîler devrindeki birkaç şâir hâriç, aslen Arap olanların edebî faaliyetlerinin çokluğuna rağmen, Abbâsîler devrinde bu faaliyetlere daha ziyâde Fars, Türk ve Sûriyeliler ile Kuzey Afrikalı Berberîler katılmışlardır. Bunda başlıca âmil, genişleyen devletin her şeyden önce hükûmet merkezini değiştirmesidir. Mansûr tarafından kurulan Bağdat şehri, Arapları ve diğer milletleri, İslâmî bir şuur altında içinde barındırıyor ve dil olarak Arapça konuşuluyordu. Bu sebeple, İslâm dâiresi içindeki diğer milletlerin kendi dilleri sâdece konuşma dili olarak kaldı ve Arap olmayanlar tarafından Arap dili ile pekçok eser yazıldı. Bu milletler, eserleriniArapça verirken, kendi kültürlerine âit pekçok şeyleri yazıp sunmaktan çekinmediler. Böylece Arab dili ve edebiyâtında bir genişleme ve başkalaşma görüldü. Ancak Arapça, artık bu devirde zabt ve rapt altına alınmış ve Arap şiirinin vezni de açıkça bir ilim hâlinde ortaya konmuştu. İmâm Halîl ve ondan birkaç sene önceliğe sâhib olan el-Mufaddal ed-Dabbî bilhassa arûzun kâidelerini ortaya koyarak bir ilim hâline getirmişlerdi.

Şiirin muhtevâ ve şekli de tamâmen değişmiş oldu. Emevîlerle başlayan saray hayâtı, Abbâsîlerde daha mükemmel şekilde sürdü. Bu bakımdan Dicle kıyılarında doğan yeni şiir, devletin dört bir yanına yayılarak, ilim ve sanat düşkünü kimselerin bir yerde toplanmasına yol açtı.

Bu asırda ortaya çıkan şâirlerin en azından çocukluk ve gençlik devirlerini Emevîler zamânında geçirdikleri, hattâ eserler vermeye başladıklarını da zikretmek gerekir.

Bunların başında aslen Filistinli bir âilenin çocuğu olan Mûtî bin Ayâs gelmektedir. Ebû Dülâme (ölm. 778) ise, daha çok alaycı bir şâir olarak göze çarpar.

Şâir Ebü’l-Fadl Abbâs ibni Ahnef ise, Horasanlı bir âilenin çocuğudur. Şiirlerinde, seven bir insanın hâli vardır. Yüksek mevkîlere yükselmesi onu hiç bir zaman değiştirmemiş ve her zaman mu’tezile ekolünün ileri gelenlerinden olan Ebü’l-Huzeyl el-Allâf’a karşı çıkmıştır.

Emevîlerden sonra tamâmen Abbâsîlerin zamânında yaşayan Ebû Nüvâs Hasan bin Hânî Hakemî (756-813), devrin en ünlü şâiri olarak görülür. Manzûmelerinin husûsiyeti, âhenkli ve berrâk bir dile yer vermesinden ileri gelir. Şiirlerinde hayâtı gerçek olarak verir ve zamânın âdetlerine büyük yer ayırır. Ayrıca çeşitli hayvanları tasvir eden şiirlerin yanında, medhiyeler, hicivler, mersiyeleri de vardır. Çok sevilen Zühdiyâtı adlı masal kitabı ile kendinden sonraki şâirlere tesir etmiştir. Hârûn Reşîd’le olan nükteli hâdiseler Binbir Gece’de bile yer almıştır. Bu îtibârla halk edebiyâtına girmeyi başarmış ve hakkında eserler yazılmıştır.

Müslim bin Velîd (747-830) de, Hârûn Reşîd zamânının şâirlerindendi. Kendisinden önceki şâirleri örnek alarak yetişmesini bilen bu şâire, Halîfe Hârûn Reşîd, Güzeller Kurbanı adını takmıştı.

Daha önce Arap şiirinde pek bulunmayan didaktik şiir, Abbâsîler devrinde İran tesiriyle kendini göstermeye başlamıştır. Arap edebiyâtında bu sâhanın ilk temsilcisi gibi görünen Ebü’l-Atâhiye (748-828)dir. Belki öğretici şiirler yazdığı için, halk diliyle yazmayı gâye edinmiştir. Önceleri küp tüccârlığı yapan şâire bu mânâya gelen El-Cerrûr denilmiştir. Yegâne övündüğü husus şiirlerinde her türlü kelimeyi kullanmasıdır.

Taberistan vâlisi Ömer bin el-A’lâ’ya yazdığı kasîdesi, akranı şâirlerin kıskançlığına sebeb olmuş, vâli onun kasîdesi ile diğer şâirlerinkini karşılaştırarak, eserinin husûsiyetini belirtmiştir.

Abbâsî devrinin hiciv sâhasında kendini gösteren ve bir eşi bulunmayan şâirlerinden biri de Di’bil el-Huza’î’dir (765-860).

Ebû Temmâm’ın talebesi olan şâir Buhterî (820-897), Halîfe Mütevekkil ve maiyeti için kasîdeler yazmıştır. Eski üslubun bir taklidi olan şiirlerinde Haleb ağzını kullanmış ve Ebû Temmâm’ın Hemâse’si gibi bir kitap vücûda getirmiştir.

Abbâsî Hânedânından olan şâir Abdullah İbn-i Mu’tez (861-908) kendini iyi yetiştiren şâir ve bilginlerdendir. Âlim olması, kitap yazmasına sebeb olmuş ve hitâbet sâhasında Kitâbü’l-Bedî’i yazmıştır.

Abbâsîler devrinde kültür faaliyetleri yalnız Bağdat ve çevresine münhasır değildir. Irak dışında devletin geniş toprakları üzerinde başka kültür merkezleri de teşekkül etmiş, edebî faaliyetler bölge bölge kendini göstermiş, Arapça pekçok eser ortaya çıkmıştır. İran bu bölgelerin başında gelir. Ancak Emevîler devrinde fethedilen İran, edebiyâtı ile Araplara tesir etmeyi başarmış, bilhassa Abbâsîler devrinde Hârûn Reşîd’den sonra şiirin konusunu az çok değiştirmiştir. Hattâ Ebû Nüvâs, kasîdelerinde çöl hayâtındaki acı gözyaşlarını, sevgilinin çadırını bir tarafa bırakarak, saray hayâtına yönelmiştir.

Yine Arap ve Türk edebiyâtlarında görülmeyen, Arapların kasîde-i müzdevice veya müzdevice dedikleri mesnevî nazım şekli de, Hârûn Reşîd devrinde Ebân el-Lâhıkî’nin (ölm. 815) Pehlevice’den çevirdiği Kelîle ve Dimne adlı eseri ile Arap edebiyâtında bir başlangıç teşkil etmiştir. (Bkz. Nazım Şekilleri)

İran sâhasında ortaya çıkan şâirlerin önde gelenlerinden olan Ebü’l-Feth Ali el-Bustî (971-1010), Dîvân sâhibi olarak görülür ve Kasîdet-ül Bustî’si ile şöhret yapmıştır. Ebû Mansûr Ali (ölm. 1072) ise, İnci Tarlası lakabı ile tanınmıştır.

Şâfiî âlimlerinden Ebü’l-Hasan Ali el-Bâherzî (ölm. 1075) de şiirle meşgul olmuş ve bir Dîvân bırakmıştır. Hâşimî soyuna mensub olan Şerif Ebû Ya’lâ Muhammed’in (ölm. 1116) ise dili kuvvetli bir şâirdir. Nizâm-ül-Mülk’ün meclislerinde yer alan şâir, bilhassa hiciv vâdisinde kendisini göstermiştir. Ayrıca Es-Sadîh ve’l-Bagîm (Alçak sesle konuşan, mırıldanır) adında Netâyic-ül-Fitne adıyla anılan bir eser bırakmıştır. Aslen Arap olan Ebü’l-Muzaffer Muhammed el-Ahiverdî (ölm. 1113) şâirliği yanında, hadisçiler arasında da yer alır. Manzûmeleri Irakıyât, Necdiyât ve Vecdiyât olmak üzere üç bölüm hâlindedir.

Gazneliler devrindeki edebî faâliyetde gittikçe bir genişlik görülür. İran edebiyâtı bu devirde, Fars dilinin âbidelerini ortaya koymuştur. Ayyûkî’nin 10 ve 11. asırlarda Varaka ve Gülşah’ı mesnevîsinin yanında, Unsûrî de (ölm. 1031) Vâmık u Azra adlı hikâyeyi ortaya koymuştur. Her iki şâir yine devirlerinde gazel sâhasında şöhret bulmuşlardır. Yine aynı zamânın şâiri olan Firdevsî şehnâmelerin yanında halk arasında söylenen hikâyeleri de göz önüne alarak 60.000 beyitlik Şehnâme’sini yazmış ve Gazne Sultânı Mahmûd’a sunmuştur. Artık İran dili, bu eserle gerçek mânâda zenginliğini göstermiş ve edebî âbidesine kavuşmuştur.

Moğol istilâsından sonra görülen şâirlerden Selmân-ı Savecî (1309-1376) ve Hâfız-ı Şîrâzî (ölm. 1390), İran edebiyâtında görülen belli başlı şâirlerdendir. Selmân-ı Savecî’nin Dîvân’ı vardır. Ayrıca, Cemşîd ü Hurşîd ve Firaknâme adlı mesnevîleri bulunmaktadır. Bilhassa gazel ve rubâîleri ile tanınmıştır. Hâfız’a gelince, İran’ın meşhûr gazel şâiridir. Lisân-ül-Gayb lakabı ile anılan Dîvân’ı, Türk edebiyâtında Sûdî, Şem’î ve Sürûrî gibi şâirler tarafından şerh edilmiştir.

Yine 15. yüzyıla girerken, Fas edebiyâtında tezkireler görülmektedir. Bunların belli başlıları, Devletşâh’ın Tezkiret-üş-Şuarâ, Câmî’nin Bahâristân, Sâm Mîrzân’ın Tuhfe-i Sâmî’si vs. gibi eserlerdir. 16. yüzyıldan sonra İran edebiyâtı Hind tesiri altında gelişmiş ve Sebk-i Hindî adı altında yeni bir edebî okulun doğmasına sebeb olmuştur. Türk edebiyâtına da tesir eden bu ekolün ilk temsilcileri Şevket-i Buhârî, Kelîme-i Hemedânî (ölm. 1652), Sâib-i Tebrîzî (1585-1628) ve Urfî-i Şirâzî (1555-1591) olup her birinin Dîvân’ı mevcuddur.

Mısır’da da edebî faaliyetlerin devâm ettiği görülür. İskenderiyeli Zehr-ül-Besim (Gülen Çiçekler) adlı edebî eserin yazarı El-Kâdı el-A’az (1137-1172) takma ismi ile bilinen ve İskenderiyye’de doğan Ebü’l-Feth Nasrullah, yine Mısırlı el-Kâdı es-Sa’îd adıyla anılan Hibetullah ibni Senâ el-Mülk (1150-1211), bunların başında gelirler. Hibetullah ibni Senâ, Dâr-üt-Tıraz adlı eserinde halk şiiri tarzında şiirlere yer verir. Füsûs el-Füsûs’u ise, nazm ve nesir parçalarını ihtivâ eden başka bir eseridir. Yine Dîvân sâhibi en-Nebhih (ölm. 1222), Eyyûbî meliklerine şiirler sunmuştur.

Ancak Mısır’ın yetiştirdiği en büyük şâirlerden birisi Ömer ibn el-Fariz’dir. 1181 yılında Kâhire’de doğan bu büyük sûfî şâirin bir Dîvân’ı vardır. Bir süre Mekke’de kalmış, tekrar Kâhire’ye dönmüş ve 1235 yılında burada ölmüştür. Na’tlarıyla ün yapan meşhûr şâir Şerâfeddîn Muhammed el-Busûrî (1211-1294) de bu bölgenin ünlü şâirlerindendir. Bu şâir bilhassa Kasîdet-ül-Bürde ve Mekke için yazdığı Ümmü’l-Kurre adlı kasîdeleriyle tanınmış ve eserleri asırlarca, zevkle okunmuştur. Kasîde-i Bürde’sine pekçok nazîre yazılmış, Almanca, Fransızca ve İngilizceye de çevrilmiştir. Eyyûbî prensi el-Melik es-Sâlih Necmeddîn’in maiyetinde bulunan ve hazîne vezîri olan Cemâleddîn Yahyâ ibn Matruh (1196-1251) da şiirle uğraşmıştır. İbn-i Hallikân’ın dostu ve edebî toplantıların müdâvimi olan bu şâirin Dîvân’ı İstanbul’da 1881 yılında basılmıştır.

Ayrıca yine Mısır’da yetişen Behâeddîn Züheyr el-Muhallebî (ölm: 1258) de bir Dîvân bırakmıştır.

Şam’da doğmasına rağmen, hayâtını Mısır’da geçiren İbn es-Sâatî (1161-1208) de iki şiir kitabı bırakmıştır. Mukattasaat-ün-Nil adlı eseri Ayasofya Kütüphânesinde bulunmaktadır.

Sûriye’de yetişen şâirlerden Es-Savva diye bilinen şiî şâir Şehâbeddîn Yûsuf bin İsmâil Halebî (1166-1237) görülmektedir. Fakat bu bölgede Ebû Nuvas yolunda giden ve Miftâh-ül-Efrâh fî İmtidâh-ir-Rah adlı eserin sâhibi olan Abdül Muhsin bin Hamud et-Tanûhî (1174-1245)’dir. Siirt’te 1222 yılında doğan Nûreddîn Muhammed el-İs’irdî (ölm: 1245), Eyyûbî Şehzâdesi melik en-Nâsır’ın büyük şâirlerinden idi. Yine Mardinli olan İbn-i es-Saffar (1179-1260) da aynı şehzâdenin husûsî kâtibi olup şiirleri ile meşhûrdu. Şamlı Necmeddîn el-Meâlî ibni İsrâil (1206-1278) ise Dîvân sâhibidir. Şam’da doğan şâirlerden el-Âmir lakabı ile tanınan İbn-i Hayyûs (1003-1081), Haleb’e gitmiş ve Benî Mirdan âilesine intisâb etmiştir. Bu sülâleden Mahmûd bin Nâsır’a, onun ölümü üzerine oğluna şiirler yazdı. Bilhassa Mersiye’si ile dikkat çekti.

Abbâsîler devrinde edebî faâliyetlerin bulunduğu ülkeler içinde Kuzey Afrika ile İspanya’nın da mühim yeri vardır. Tunuslu şâir Ebû İshak İbrâhim el-Husrî (1061-1130), Zehr ül-Âdâb (Edebiyât Çiçekleri) adlı üç antoloji meydana getirmiştir. Bundan başka Nefehât-ı Kudsiye kasîdesi şâiri Fâtımîlere düşman Sünnî şâir El-Muiz ibn Bâdis (1007-1061), Makâmât adlı tezkire vâdisinde bir eserin sâhibi olan İbn-i Şeref el-Kayravânî (ölm. 1063) bunların önde gelenleridir. Ayrıca, na’tlarıyla şöhret bulan Tunuslu şâir Ebû Abdullah Muhammed es-Sukratisî (ölm. 1072), Münferice adlı kasîdeyi yazan Ebü’l-Fadl et-Tuzerî (1040-1113) ile Ebü’l-Hasan Hâzim el-Kartacinî (1211-1285) ile Sicilyalı şâir Abdülcebbâr ibni Hamdis’i zikretmek gerekir.

İspanya’daki faaliyetlere gelince, İslâm fütûhâtı ile başlayan ve gittikçe genişleyen kültür çalışmalarından çok, ilim ve mîmârî yönünden üstünlük göstermektedir. Bu bölgedeki edebî faaliyetlere yer veren eserler 11. yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır. Şiirlerindeki his ve hayâl genişliği bulunan ve velûd bir şâir olan Yûsuf bin Hârun er Ramadî önde gelen bir zâttır. Dîvân sâhibi Ebü’l-İshak İbrâhim’den başka Selçuklu Hükümdârlarından Mahmûd bin Melikşâh’ın hizmetinde bulunan doktor şâir Ubeydullah bin Muzaffer’in (1093-1154) şiirleri bulunmaktadır. Sevilli bir Yahûdî olan İbn-i Sehl, Müslüman olmadan önce de na’tlar yazmıştır.

İslâmiyetten sonra Araplarda görülen diğer bir husûsiyet, şiirleri ve hikâyeleri nakleden râvîlerin yetişmesidir. Emevîlerden sonra râvîlerin hâfızasında yer alan bu edebî mahsûller, Abbâsîler devrinde yazıya geçirilmiştir. Bunda Ebû Amr eş-Şeybânî (ölm. 828), El-Esmâî (ölm. 831), İbnü’l-Arabî (ölm. 845) gibi ahbâr ve şiirleri tedvin eden zevât büyük rol oynamış, hattâ bunları, İbn-i Habîb (ölm. 860), İbn es-Sikkit (ölm. 861), Et-Tûsî (ölm. 861) devâm ettirmişlerdir. Bütün bu kâbil çalışmaları Es-Sukkerî (ölm. 888) terkib yoluna gitmiştir.

Bütün bunların yanında aklî ve naklî ilimler alanında yazılmış eserler bir hayli fazladır. Buna paralel olarak edebiyâtla ilgili ve en azından kaynak mâhiyetindeki eserlerin sayısı pek çoktur. Bunların başında târih kitapları gelmektedir. İbn-i İshâk, Vâkıdî, Muhammed bin Abdülkerîm el-Ezrakî, El-Belezûrî Ahmed bin Yahyâ, Taberî ve Fihrist sâhibi İbn-i Nedîm belli başlı târih yazarı olarak görülürler.

Türklerin İslâmiyeti kabulüyle, Türkçe İslâmî eserler de kendisini gösterir. Karahanlılarla başlayan bu kültür faaliyetleri, Türklüğün yerleştiği sahalardır ve Türk şîvelerine göre çeşitli merkezlerde ortaya çıkar. Bu merkezlerden ilkini Kâşgar meydana getirir ve Türklerde ilk edebî mahsuller burada kaleme alınır. Bu ilk devrin eserleri daha çok bir siyâsetnâme olan Kutadgu Bilig’le Dîvânü Lugâti’t-Türk’tür. Yûsuf Hâs Hâcib’in yazdığı Kutadgu Bilig (1069) ayrıca Türk edebiyâtında ilk mesnevî olarak karşımıza çıkar. Kaşgarlı’nın meydana getirdiği Dîvânü Lugâti’t-Türk (1074) ise, şifâhî edebiyâttan derlenmiş büyük bir dil yâdigârıdır. Bunları, müşterek Orta Asya Türkçesine mensub diğer eserler tâkib eder. Selçuklu devrinde ise, Türkçe eserler pek görülmez. Bununla birlikte 12. yüzyılda Edîb Ahmed Yüknekî’nin Atâbetü’l-Hakâyık’ı, Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i birbirini tâkib eden eserlerdir.

Bütün bunların yanında Selçuklular devrinde devâm eden Türk edebiyâtının şifâhî mâhiyette olması, başka eserlerin yazılmasına engel teşkil ettiğini belirtmek gerekir. Böyle olmakla birlikte Türklüğün batıya olan göçleri yeni kültür merkezlerini ortaya çıkarmış ve her bölgede edebî eserlerin yazılmasına sebeb olmuştur. Anadolu sâhasında bu eserler Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile başlamıştır. Farsça yazmakla birlikte yer yer Türkçe ilâvelere de yer veren bu büyük sûfîyi oğlu Sultan Veled tâkib etmiş ve etrâfında Ahmed Fakîh, Yûnus Emre gibi şâirler yetişmiştir. Fakat bunlar artık eserlerini Türkçe yazmışlardır. Bunlara ilâveten yine Selçuklu sarayında yetişen Farsça bir Selçuklu Şahnâmesini yazmakla birlikte, Türkçe gazeller yazan HocaDehhânî’yi zikretmek lâzımdır. Ayrıca yine bu devrin şâirlerinden, na’tları ve bilhassa Yûsuf u Zelîha mesnevîsi ile tanınan Şeyyâd Hamza vardır.