İstanbul’un Fethi

Osmanlı sultanlarından İkinci Mehmed Hanın 29 Mayıs 1453’te Bizans İmparatorluğunun başşehrini alması. Türk-İslâm mefkûresinde çok önemli bir yer işgâl eden İstanbul’un fethi, İslâmiyetle birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideâl, bir kızıl elma yâni yüce bir gâyedir. Bu ulvî gâye uğruna önce Araplar, sonra da Türkler, İstanbul surları önünde seve seve can verdiler ve şehâdet mertebesine kavuştular.

Bu kuşatma esnâsında Bizans, İstanbul’da Dârül’l-Balat adı ile içinde câmi de bulunan muhtemelen Sultanahmed Meydanında bir konak yaptırmayı kabul etti. 781’de Abbâsî halîfelerinden El-Mehdî (775-785) devrinde oğlu Hârûn Reşîd kumandasındaki İslâm ordusu, Bizans İmparatorluk ordusunu İzmit yakınlarında yenerek Boğaziçi sâhillerine kadar geldi. Bizanslılar haraca bağlanıp, geri dönüldü. İstanbul’un fethi için Osmanlılara kadar  muvaffak olunamayan daha başka teşebbüsler devâm etti.

Onuncu yüzyılda en son ve mütekâmil din olan İslâmiyeti büyük topluluklar hâlinde kabul eden Türkler, aynı şevk ve îmân ile İstanbul’un fethini ulvî bir gâye olarak benimsediler. Danişmendnâme’deki gazâ menkıbeleri ve kahramanlık destanlarını okuyarak mâneviyâtlarını yükselten Türkler, askerî ve siyâsî harekâtlar için hazırlanıyorlardı. On birinci yüzyıldan îtibâren Anadolu’ya yapılan Selçuklu akınlarının hedefi İstanbul yolunu tutmaktı. 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya yerleşen Türkler, iki yıl sonra Marmara Denizinden başka, Boğaziçi’nin Anadolu sâhillerine kadar bütün yerlere hâkim olup, İstanbul’u tehdide başladılar. Bizanslılar, Papa dâhil bütün Hıristiyan devletlerden, Türk-İslâm fütühâtına karşı her türlü yardım talebinde bulundular. On birinci yüzyılın sonlarında Papalığın öncülüğünde Hıristiyanlığın mukaddes beldelerini Müslümanlardan kurtarmak ve Türkleri Anadolu’dan atmak için yapılan Haçlı seferleri İstanbul’un fethini geciktirdi.

İstanbul fethinin “ilâhî bir vaad” olduğu inancını taşıyan Osmanlılar, ısrarla bunun üzerinde durdular. 1391’de Sultan Yıldırım Bâyezîd Han (1386-1402) şehri kuşattı. Abluka şeklinde devâm eden bu kuşatma, İstanbul’da bir Türk garnizonu, mahallesi, câmi, mahkeme kurulması ve kâdı (hâkim) bulundurulması ile her sene on bin altın haraç verilmesi şartıyla kaldırıldı. Bu şartlardan bâzılarının Osmanlıların kuşatmayı kaldırmasından sonra Bizanslılar tarafından yerine getirilmemesi üzerine İstanbul 1395’te tekrar kuşatıldı. Haçlıların Niğbolu’ya gelmesi sebebiyle bu kuşatma gevşetildi. Yıldırım Bâyezîd Han, 1396 Niğbolu Zaferi sonunda Bizanslıların Haçlılardan yardım almasını önlemek için Karadeniz sâhilindeki Şile’yi zaptedip, Boğaziçi’nde Anadolu (Güzelce) Hisarını yaptırdı. Şehrin teslimini isteyen Bâyezîd Han, isteği kabul edilmeyince, kuşatmayı tekrar şiddetlendirdi. 1397’de başlayan bu kuşatma netîcesinde Bizanslılar, eski antlaşma şartlarını yerine getirmeyi kabul ettiler. Yıldırım Bâyezîd Hanın son kuşatması 1400’de başlayıp, Tîmûr Han (1370-1405)ın Osmanlı hududuna girmesiyle son buldu.

1411’de Şehzâde Mûsâ Çelebi’nin şiddetli hücum ve top ateşleriyle başlayan İstanbul kuşatması Bizans entrikası netîcesinde kaldırıldı.

1422 yılında Osmanlı Sultanı İkinci Murâd Han (1421-1451) tarafından dört ay kadar süren çok şiddetli taarruzların yapıldığı kuşatmada, her türlü savaş taktiği ve zamânın teknik imkânları kullanıldı. Mihaloğlu Mehmed beyin 10.000 akıncı ile başlattığı kuşatmaya, İkinci Murâd Han büyük bir orduyla katıldı. Marmara’dan Haliç’e kadar bütün kara surlarının kuşatıldığı bu seferde, Murâd Han, Topkapı ile Edirnekapı üzerinde taarruzlarını sıklaştırdı. Surlara yakın, kalın tahtalardan üzeri topraklarla örtülen siperler yapıldı. Surların yüksekliğinde demir tekerlekli vâsıtalarla hareket ettirilen ahşap yapılı yürüyen kuleler ile surlara yaklaşıldı. Kuvvetli topçu atışları ve lağım kazılmak sûretiyle bütün imkânlar seferber edilerek kuşatma devâm ettirildi. Âlim ve kerâmet sâhibi, Emir Sultân (Buharalı Muhammed Şemsüddîn)in sefere katılması, ordunun mâneviyâtını yükseltti. İstanbul’un düşmesi an meselesi hâline geldi. Bizanslılar kadını erkeği dâhil bütün ahâli ile şehri savundular. Meşhur Bizans entrikası tatbik edilerek, Anadolu’da Osmanlı’ya karşı ittifak tesis edilince, iki düşmanla uğraşmanın güçlüğünden kuşatma kaldırıldı.

İstanbul’un son kuşatması Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) tarafından 1453’te yapıldı.

Osmanlı Türklerinin Trakya, Boğaz ve Kocaeli Yarımadasını alması ile Bizans, İstanbul dâhil birkaç şehirden ibâret kalmıştı. Toprak ve nüfus azlığına rağmen Avrupa Hıristiyanlarının hâmisi durumunda olan Bizans, Papalığın da desteğini görüyordu. Bizans, kendisi için tehlike kabul ettiği Osmanlı Devletinin zararına çalışmaktan bir an geri durmuyordu. Anadolu Türk Beyleri Bizans’ın entrikaları ile Osmanlı Devletine taarruz ediyorlardı.

Bu tâlimâta uymak istemeyen bir Venedik gemisi topçu ateşiyle batırılınca, işin ciddiyeti herkes tarafından anlaşıldı. Bizanslılar iyice sıkıştırılıp, dış dünyâyla alâkalarının kesileceğini Hisar’ın yapımı devâm ederken anlayıp, teşebbüse geçmişlerse de İkinci Mehmed Hanın hâkimiyet prensibinin esâsını teşkil eden şu târihî cevâbı, Bizanslıları daha o anda şaşkına çevirmişti:

Osmanlı sultanı kuşatma hazırlıkları içinde iken, Bizans’a Karadeniz’den Venedik kadırgaları, Cenevizli kaptan Janni Justiniani Langus, Sakızlı Maurise Cantaneo yardıma geldi. Bizans imparatoru şehrin savunmasını Cenevizli kaptan Justiniani’ye verdi. Surun kenarlarında bulunan dolu vaziyetteki hendekler açılıp, yenileri kazıldı. Hendeklerin kazdırılmasında ağır cezâlı mahkûmlar çalıştırıldı. Mezarlıklardaki taşlarla surlar takviye ve tâmir edildi. Şehrin kapılarının muhâfazası Bizansa yardıma gelmiş Venedikli ve Cenevizli komutanlara verildi. Haliç’teki meşhur zincir Venediklilere gerdirilerek şehir, deniz saldırısından korunmaya çalışıldı. Adaların tahkimi ve şehre erzak yığmakla Bizanslılar kuşatmaya karşı son savunma hazırlıklarını yaptılar. Bizans ordusu karmakarışık bir yapıya sâhipti. Bulgar, İtalyan, Fransız, Moralı, Giritli, Alman ve İngiliz ücretli askerleriyle Bizanslılardan meydana geliyordu.

Osmanlı ordusu, bütün sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra 1453 yılı Şubat ayında ağır topçu grubu Edirne’den yola çıkarıldı. Toplar, Rumeli Beylerbeyi Karaca Beyin kumandasında 10.000 kişilik süvâriyle iki ayda İstanbul önlerine getirildi. Anadolu ve Rumeli’deki bütün silahlı kuvvetler, Türk-İslâm âleminin her tarafından gelen şeyh, tarîkat pîrleri ve dervişleri ile Aydınoğlu, Karamanoğlu gönüllü kuvvetleri ve Osmanlı hoşgörüsüne hayran Sırp, Macar, Ulah, Alman, Latin, Rum askerlerden meydana gelen Osmanlı ordusunun mevcûdu 125.000 civârındaydı. Devrin en modern silâhlı kuvvetlerine sâhip Osmanlı Sultanıİkinci Mehmed Han, yanında Akşemseddîn, Akbıyık, Molla Gürânî ve Molla Hüsrev gibi büyük âlimler olduğu hâlde 24 Mart Cumâ günü Edirne’den hareket etti. Osmanlı kolbaşısı 1 Nisanda Çekmece’ye, 5 Nisanda İstanbul önüne ulaşıp, Bayrampaşa Deresi kenarında Maltepe sırtlarına Otağ-ı Hümâyûn kuruldu. 6 Nisan Cumâ günü bütün ordusuyla İstanbul surları önünde Cumâ namazını kılan Sultan Mehmed Han, kuşatma hattını kurdu. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar uzanan merkez kuvvetlerinin başında, İkinci Mehmed Han ve Sadrâzam Halil Paşa,Cenevizlilere âit Galata sitesi önündeki kuvvetlerin başında Vezir Zağanos Paşa vardı. Karaca, İshak, Mahmûd ve Bursalı Ahmed paşalar, surları çepeçevre sarmakla vazîfelendirildi. Donanmanın başında Kaptan-ı Deryâ Baltaoğlu Süleymân Paşa bulunuyordu. Vezir Mahmûd Paşa sünnet-i seniyyeye uyularak, şehrin kan dökülmeden teslimi için Bizans imparatoru On birinci Konstantinos Drageses’e elçi gönderildi. İstanbul’un derhal teslimi hâlinde kan dökülmeyeceğini, ahâlinin canına, malına hürmet edileceği teklif edildi. Bizans İmparatorunun Osmanlı teklifini reddi üzerine, 6 Nisan Cumâ günü harekât başlatıldı.

Osmanlı kuşatma harekâtı başladığında İstanbul’un nüfusu yetmiş bin civârında olup, Bizans ordusu ücretli asker ve yardıma gelen Haçlı kuvvetleriyle yirmi bin kadar asker ile elli gemiden meydana geliyordu. Osmanlı topçusunun surları çökerten, kalplere dehşet veren ateşleri Bizans’ı iyice korkuttu. Bütün ahâlî bu durumda topyekün savunmaya iştirâk etti. Beş yüz-altı yüz kilogram gelen mermi ve granit top gülleleri yüzyıllardan beri bütün haşmetiyle uzanıp yükselen İstanbul surlarında her patlayışta büyük gedikler açıyordu. Bu gedikler, tâze kesilmiş hayvan derileri ile kaplı yün ve kumaş balyaları ile kapatılmaya çalışılıyordu. 12-17 Nisan günleri Osmanlı ordusunun, bilhassa piyâdelerinin surlara yaklaşma gayretleri netîce vermiyordu. Kuşatma esnâsında Bizans İmparatorunun hep yanında bulunmuş olan Nicole Barbaro, günlüğünde Osmanlı askerinin surlara yaklaşma gayretlerini anlatırken:

“Surların dibine kadar sokulan bu askerler bizim silâhlarımızın zararlarından hiç çekinmiyorlardı. Öldükleri zaman cesetleri arkadaşları tarafından geriye taşınıyordu. Bir Osmanlı ölüsünü orada bırakmamak için, on kişinin seve seve ölümü göze aldıklarını görüyorduk.” diye yazar.

Bir rivâyete göre Bizanslılar açılan gedikleri onarmada kullanmak üzere surlara yakın kiliselerden yüz kadarını yıkarak taşlarından faydalanma yoluna gitmişlerdir.

Zamânın yaygın tekniğinden çok ilerde sayılabilecek, seyyar top dökümhânesini de Sultan Mehmed Han, ordugâhın hemen yanına kurdurmuştu. Kuşatmanın onuncu gününde, büyük topların güllelerinin açtığı gediklerin Bizans müdâfilerince süratle tâmir edilmesi üzerine, pâdişâh, bu topların daha sık atışını emretti. Fakat soğumadan ikinci atış esnâsında birinin namlusu parçalandı. Buna çok üzülen Sultan Mehmed Han, sabaha kadar bu işe çâre düşündü. Sabahleyin topların atıştan sonra zeytinyağı ile yağlanmasını, böylece soğutulup daha da sık şekilde atışını emretti. Bundan sonra top atışlarından çok iyi netîce alındı. Makinaların yağla soğutulması Fâtih Sultan Mehmed Hanın keşfidir.

İstanbul’un savunması ve ikmâlini temin için Papa tarafından üç Ceneviz gemisi ile bir Bizans gemisi 20 Nisan günü Zeytinburnu açıklarında rüzgârın kesilmesi ile beklemeye başladılar. 12 Nisandan beri Dolmabahçe önünde demirleyen ve 18 Nisanda adaları fetheden Osmanlı donanması, bu durumdan istifâde etmek isteyip derhal o bölgeye giderek bu dört gemiyi ablukaya aldı ve deniz muhârebesi başladı. Baltaoğlu Süleymân Beyin komutasındaki Osmanlı donanması küçük gemilerden kuruluydu. Bizans gemisine kıçtan mahmuz vurulmasına rağmen kat’î bir netîceye gidilemedi. Bu harbi Zeytinburnu açıklarından at üzerinde tâkip eden Sultan hırs ve üzüntüsünden atını denize sürdü. Elbiseleri deniz suyundan ıslanıncaya kadar su içinde ilerledi. Maiyeti de Sultan’a uydu. Bu halde bile donanmaya emirler gönderdi. Bu muhârebede Venedik ve Bizans gemileri Osmanlı kuvvetlerinin elinden kurtularak, o sırada çıkan uygun rüzgâr ile Haliç önlerine kadar gelerek gerili bulunan zincirin açılması ile içeri alındılar. Mûteber kaynaklara göre Osmanlı kaybı yüz kadar şehid ve otuz yaralıydı. Bu hâl Bizans’ın moralini yükseltti. Bu harbin sonunda Baltaoğlu Süleymân Bey bu vazîfeden alınıp, yerine Hamza Bey tâyin edildi.

Donanmasının muvaffakiyetsizliği üzerine Sultan Mehmed Han, Haliç’e kıyı olan İstanbul surlarının çok zayıf olduğunu bildiği için bu zafiyetten yararlanmak istedi. Böylece kara surlarında mukâvemete devâm eden kuvvetlerinin bir kısmını, Bizanslılar bu tarafa kaydırmaya mecbur kalacaklar ve kuvvet dengesi bozulacaktı. Bu maksatla târihte eşine rastlanmayan ve bu âna kadar da bir misâline teşebbüs dahi edilememiş, gemileri karadan yürütme işine karar verdi.

23 Nisan günü Osmanlı kuvvetleri, seri bir şekilde Haliç üzerine bir köprü kurmaya başladılar. Galata tarafında Humbarahâne ile Bizans tarafında bugünkü Defterdar arasına kurulmaya başlanan bu köprünün genişliği beş buçuk metre kadardı. Cenevizlilerden satın alınan boş şarap fıçıları ile bâzı küçük kayıkların üzerine geniş kalaslar bağlanarak bir ucu serbest olarak inşâ edildi. Bu köprüyü, akılları ermeyen Bizanslılar, “Su üstünde yürüme sihiri!” diye değerlendirmişlerdir. Esâsında bu, kendilerinin içtikleri şaraplardan boşalan fıçıların yardımıyla yapılan bir köprüydü. Bu köprü, İstanbul’un fethine kadar asker ve malzeme naklinde kullanılarak, yanlarına konan küçük toplarla zayıf Bizans surları dövüldü.

18 Mayısa kadar kara ve denizde devâm eden muhârebeler, yeni bir kuşatma silâhının surların kenarında kullanılması ile tekrar kızıştı. Osmanlı kuvvetleri geceleyin, ağaçtan yapılmış, İstanbul surlarından daha yüksek yürüyen bir kuleyi surlara on adım mesâfeye getirdiler. Sabah güneşin ilk ışıkları ile ortalığı seçmeye başlayan Bizans müdâfîleri, bu yürüyen kuleden çok korktular. Bir gecede yapılan bu kulenin iskeleti iki kat deve derisi ile kaplanıp, ateşe karşı dayanıklı olması için arası toprakla doldurulmuştu. Üst katlarına merdivenle çıkılan yürüyen kulenin gövdesinde ateş açma pencereleri vardı. Sura yaklaşan kuledeki askerler yıkım yaparken, etraftaki askerler de hendekleri dolduruyorlardı.

Böylece 26 Mayıstan îtibâren Osmanlı ordugâhında büyük şenlikler başladı ve 28 Mayıs gecesi saat 24.00’e kadar devâm etti. 28 Mayıs günü gün batması ile birlikte bütün Osmanlı birlik ve gemileri mum donanması yaptılar. Sanki Bizans bir ışık çemberi ile çevrilmişti. Her yerden tüyleri ürperten tekbir sesleri geliyordu. Bizans halkı bu ışık ve seslerden dehşete düştü. Sokaklar duâ eden, yalvaran insanlarla doluydu. Bizans komutanı Justiniani, gündüz göğsünden bir ok yarası aldı. Ölüm korkusuna kapılan genç ve tecrübesiz Cenevizli, yerine vekil bırakmadan komutanlık gemisine çekildi. Justiniani’nin İstanbul savunmasını terk etmesi ve Bizanslılara herkesin başının çâresine bakıp, kiliselerde duâ etme tavsiyesi ahâlinin zâten zayıf olan mâneviyâtını iyice bozdu.

Gece saat 24.00’te mum donanmasının her tarafta birden bire sönmesi, Bizanslılar üzerinde daha büyük bir yıkıntı meydana getirdi. Osmanlı karargâhının sessizliği ürpertici idi. Gece yarısından sonraOsmanlı topçusu hazırlık ateşine başladı. Mehterler cenk havalarını çalıyordu. Bizans imparatoru, kilisede yapılan âyinden dönüp, sarayında zırhını giydi. Yakınları ile vedâlaştı. Surları son bir defâ daha kontrol için Eğrikapı bölgesine geldi. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Osmanlı ordugâhının sessizliği imparatoru şüpheye düşürdü. Atından inerek surların üstüne çıkıp aşağıları dinledi. Sur dibindeki insan uğultusu her şeyi anlatmaya yetti. Çünkü bu, Osmanlı askerinin sur dibine intikal etmekte olduğunu, sabaha umûmî taarruz yapılacağını anlatıyordu. Atına binip süratle Topkapı bölgesine gitti. Bizanslı Dolfin, bu gece gördüklerini şöyle anlatıyor: “Son gece Bizans komutanları hiç kimsenin geceleyin savundukları mevzilerden ayrılıp gitmemesi için askerlerini tahkîmâtın içine kapattılar ve kapalı tahkîmât kapılarının başına nöbetçi diktiler.”

29 Mayıs sabahı Sultan Mehmed Han, sabah namazından sonra güneş yükselince iki rekat namaz kılarak kılıcını kuşanıp, atına bindi ve gece yarısından beri surları döven Osmanlı topçusunun hedefi iyice yumuşattığına kanâat getirerek umûmî hücum emrini verdi. Osmanlı askeri, arkadaşlarının yaralanmasına ve şehid olmasına aldırmadan “Allah Allah” nidâlarıyla hücuma geçti. Ellerine geçirdikleri her türlü vâsıtalarla surlara tırmanmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defâ surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ise de şehid edildi (Bkz. Ulubatlı Hasan). Osmanlı kuvvetleri muhtelif bölgelerden dalga dalga İstanbul’a girmeye başlamışlardı. Bizans halkı panik içerisinde sağa sola kaçışıyor, bilhassa Ayasofya’ya sığınmaya çalışıyorlardı. Türk kuvvetleri Aksaray bölgesinde birleştiler ve Ayasofya’ya doğru ilerlediler. Kiliseye sığınmış olan ahâliye kapıları açtırdılar. Fakat güçsüz ve acınacak durumdaki bu insan yığınına kılıç çekmediler, onlara dokunmadılar.

Cenevizliler dâhil bütün sanat ve ticâret erbâbıyla ahâlinin din, mezhep hürriyeti temin edilip, sulh, sükûn sağlandı. Fâtih, Ayasofya’nın içini gezerek bu mâbedin Cumâ gününe kadar câmi hâline getirilmesini emretti. Emevîler devrinde yapılan ikinciİstanbul kuşatmasında vefât edip, surlar önüne defnedilen Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin kabri, Fâtih’in hocalarından Akşemseddîn Efendi tarafından keşfedilip, daha sonra buraya türbe ve câmi yapıldı. Nihâyet Cumâ günü maiyeti ile Ayasofya’ya gelen Fâtih, İstanbul’da ilk Cumâ namazını burada kıldı. 655’ten 1453 târihine kadar devâm eden bir ideâlin (Feth-i Mübîn) gerçekleştirildiği, Fetihnâmelerle bütün İslâm âlemine müjdelenip dünyâya îlân edildi.

İstanbul fethedilmekle, Osmanlı Devleti toprakları arasında sıkışıp kalan, mevcûdiyeti ve siyâseti ile dâimâ bir tehlike teşkil eden 1123 yılı İstanbul’da geçen, 1480 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’na son verildi. Osmanlı Devletinde yükselme devri başlayıp, Cihanşümûl hâkimiyet fikri gelişti. İnsanlığı îmân birliği içinde bir tek devlet ve hükümdâr hâkimiyetinde toplamak için teşebbüse geçildi.

Fethin getirdikleri:

Çaka Bey zamânından beri Türklere denizi ve denizciliği şiddetle yasaklayan Venedik’in deniz ticâreti engellenmiş, onlar da, bundan sonra korsanlığa başlamışlardır. Fetihle berâber İstanbul sefâhat yeri olmaktan çıkarılmış, dünyânın ilim ve kültür merkezi hâline getirilmiştir. Derhâl devrin ilk, orta ve yüksek dereceli öğretim müesseseleri olan medreseler kurulmuş, bunlarda ilâhiyât, hukuk, târih, coğrafya, edebiyât, tıp, güzel sanatlar, matematik, geometri, astronomi, fizik dallarında değerli pekçok kimse yetişmiştir. Osmanlıların her gittiği yerde oduğu gibi, İstanbul’da da kütüphâneler kurulmuştur. En mühimi bu fetihle doğudan batıya ve batıdan doğuya yapılabilecek her türlü askerî harekâta doğrudan müessir bir toprak parçası Türklerin eline geçti.

İnsanların en büyük ihtiyacı olan hak şuuruyla adâlet nizâmı, Avrupa’da Hıristiyan âlemine Türk idâresi sâyesinde girdi. İslâm dîninin hak, hukûk ve adâlet esasları, güzel ahlâk sâhibi Müslümanların, İstanbul’da tesis ettiği idâre sâyesinde sağlam temellere dayandı. Bunu da Avrupa, İstanbul’un fethi sâyesinde öğrendi. Hıristiyanlar, kâdı (hâkim) karşısında hükümdârla gayri müslim bir vatandaşın bile muhâkeme edildiğini, İstanbul’un fethinden sonra İslâm ve Türk adâletinin sarsılmaz kâidelerine şâhid oldular.

Fâtih Sultan Mehmed Hanın genç yaşında, balistik hesaplarını bizzât yapıp, döktürdüğü toplar, zamânın en büyük ve tesirli silahıydı. Topçuluk tekniğinin, dünyâ târihini değiştirecek ilk büyük zaferi İstanbul’un fethidir. Avrupa kralları top sâyesinde, otoritelerini hiçe sayan ahâliye esir muâmeleleri yapan derebeylik (feodalite) usûlünü kaldırdılar. Merkezî otorite kuvvetlenip, millî birlik esâsına göre kurulan devletler, Avrupa haritasında kalıcı sınırlar meydana getirdiler. Hıristiyan Avrupa’da kültür ve medeniyet gelişti. Doğu ticâret yollarının bütünüyle Türk ve İslâm ülkelerinin eline geçmesi Avrupalıları ihtiyaçlarını temin için yeni yollar aramaya sevketti. Ticârî yollar aramak için keşiflere çıktılar. Yeni ülkeler keşfettiler. Gemicilik gelişip, denizaşırı ülkelere açıldılar. Keşif ve buluşlar da bulunup, teknik, kültür ve medeniyette büyük gelişmeler oldu.

İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel

Vur pençe-i Âlî’deki şemşîr aşkına

Gülbang-ı âsmânı tutan pîr aşkına

Ey leşker-i müfettihü’l-ebvâb vur bugün

Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl içün

Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangîr aşkına

Düşsün çelengi Rum’un, eğilsün ser-i Firenk

Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar

Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına.

YAHYÂ KEMÂL BEYATLI