Kazâ ve Kader

Alm. Schicksal, Vorherbestimmung, Fr. Fatalite, destin, destinèe, İng. Fate, destiny.

Îmânın şartlarından biri. İslâmiyette inanılması lâzım olan altı temel şeyden altıncısı, kadere yâni hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır. İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesiyledir. Kader, lügatte “Bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir” demektir. “Çokluk ve büyüklük” mânâsına da gelir. Allahü teâlânın bir şeyi dilemesine “kader” denilmiştir. Bundan başka târifler de yapılmıştır. Şöyle ki: Kader, ileride yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir.

Allahü teâlâ, her şeyi, kudreti ve ilmi ile yaratıyor. İşte kader bu ilimdir. Kader, hiçbir şey yaratılmadan önce, Allahü teâlânın ilim sıfatının mahlûklara olan bağlılığıdır. Kaderin, yâni Allah’ın yaratmayı istediği şeyin var olmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kazâ demek, ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyânın, kazâya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak her şeyi ezelde, sonsuz öncelerde biliyordu. İşte bu bilgisine kazâ denir. Felsefeciler buna “inâyet-i ezeliyye” derler. Bu varlıklar, o kazâdan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun olarak, eşyânın var olmasına “kader” denir. Kadere îmân etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratacağını ezelde irâde etti, diledi ise, az veya daha çok olmaksızın, dilediği gibi var olması lâzımdır. Var olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyânın var olması imkânsızdır.

Allahü teâlânın kazâsı, takdiri ve levh-i mahfûz’a yazması, ilm-i ezelîsine uygundur. Yâni her şeyi, ileride ne zamanda ve nasıl olacak ise veya olmayacak ise, öylece bilmiştir. Bildiğini takdir eder ve yazar.

Kaderin iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır. Çünkü kader, bildiği şeyleri yaratmak demektir. Âlemlerin yaratanı, yarattığı ve yaratacağı şeylerin hepsini, ezelden ebede, zerreden arşa kadar, maddeleri, mânâları, bir anda ve bir arada bilir. Her şeyi yaratmadan önce biliyordu. Her şeyin iki türlü varlığı olur. Biri ilimde varlık; ikincisi, hâriçte, maddeli varlıktır. İmâm-ı Gazâlî bunu bir misâlle şöyle anlatmıştır: Bir mühendis mîmar, yapacağı bir binânın şeklini, her yerini, önce zihninde tasarlar. Sonra zihnindeki bu resmi, kâğıda çizer. Sonra bu plânı, mîmâra ve ustalara verir. Bunlar da, bu plâna göre, binâyı yapar. Kâğıttaki plân, binânın, ilimdeki varlığı demektir ve zihinde tasavvur edilerek çizilen şeklidir. Kereste, taş, tuğla ve harçtan yapılan binâ da, hâriçteki varlıktır. Mühendis mîmarın zihninde tasavvur ettiği şekil, yâni bu şekle olan bilgisi, binâya olan kaderidir.

Bütün hayvanların, nebatların, cansız varlıkların (katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektromanyetik dalgaların), kısaca her varlığın hareketi, fizik olayları, kimyâ tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alışverişleri, canlılardaki fizyolojik faâliyetleri, her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhirette, bunların cezâsını görmeleri ve herşey ezelde, Allahü teâlânın ilmindeydi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyâyı, özellikleri, hareketleri, olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O’dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O’dur. Her şeyi bir sebeple yaratmaktadır.

Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Tayyâresiz uçururdu. Radyosuz, uzaktan duyururdu. Fakat lutfederek, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmayı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O’nun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lâmbayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan ilâç kullanır. Cennete gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar. Kendine tabanca çeken ölür. Zehir içen ölür. Terliyken su içen hasta olur. Günah işleyen, îmânını gideren de, Cehenneme gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, Müslümanlığı öğrenir, sever, Müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu kâfir olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.

Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâc olmazdı. Herkes, her şeyi Allahü teâlâdan ister, hiçbir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, memur, işçi, sanatkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhiretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve mûtî ile âsî arasında fark kalmazdı.

Allahü teâlâ dileseydi, âdetini başka türlü yapardı. Her şeyi, o âdetine göre yaratırdı. Meselâ dileseydi, kâfirleri, dünyâda zevk ve safâsına düşkün olanları, can yakanları, aldatanları Cennete sokardı. Fakat, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle dilemediğini bildirmektedir. İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan O’dur. Kulların, ihtiyârî, yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında “irâde” yaratmış, bu irâdelerini, dilemelerini, işleri yaratmasına sebep kılmıştır.

Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir: Birincisi, kulun irâde ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine kesb etmek denir. Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi, Allahü teâlânın yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın; emirler, yasaklar, sevaplar ve azaplar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir.

Sâffât sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi yarattı.” buyuruyor. Bu âyet-i kerîme, hem insanlarda kesb, yâni hareketlerinde “irâde-i cüz’iyye” bulunduğunu göstermektedir. Cebr (zorlama) olmadığını açıkça ispat etmektedir. Bunun için “insanın işi” denilmektedir. Meselâ, Ali vurdu, kırdı denir. Hem de, her şeyin kazâ ve kaderle yaratıldığını belli etmektedir.

Allahü teâlâ, kullarının tâatlarını günahlarını irâde eder ve yaratır. Fakat, tâatten râzıdır. Günahtan râzı değildir, beğenmez. Her şey, O’nun irâde ve halk etmesi ile var olmaktadır. En’âm sûresinin 102. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O’dur.” buyuruyor.

Ehl-i sünnet vel-cemâat; kadere îmân etmiş, kadere inanmak îmânın şartıdır, demiştir. Yâni kadere inanmayan, mümin değildir, dediler.

Büyük âlim İmâm-ı Begavî buyurdu ki: “Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve şerîat (din) sâhibi olan peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakîdir. Cehennemde kalacaktır. Bir kısmı da saîddir. Cennete gidecektir.

Bir kimse, hazret-i Ali’den kaderi sorunca, hazret-i Ali; “Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!” buyurdu. Tekrar sorunca: “Derin bir denizdir.” buyurdu. Tekrar sordu. Bu defâ: “Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı.” buyurdu.

image_pdfimage_print

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*