Mirâc Gecesi

İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek gecelerden. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın beden ve ruh ile berâber, uyanık iken göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü, Allahü teâlânın emri ile Cennet ve Cehennem’in kendisine gösterildiği gece. Mîrâc, lügatte “merdiven” demektir. Yüksek bir yere çıkılan âlet, vâsıta veya yükseğe çıkmak mânâlarına gelir. Mîrâc hâdisesi, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem), Peygamber oluşunun dokuzuncu yılına rastlayan Receb ayının 27’nci gecesinde vukû bulmuştur. Mîrâc, Peygamberimize verilen bir mûcizedir. (Bkz. Mûcize)

Resûlullah efendimiz peygamberliğini Mekkeli müşriklere açıkladığı zamandan beri, müşriklerin türlü sıkıntılarına mâruz kaldı. Allahü teâlânın dînini herkese duyurmak ve onları saâdete, kurtuluşa kavuşturmak için gece-gündüz uğraşıyordu. Dokuz senede çok az sayıda insan Müslüman olmuştu. Mekke halkı îmân etmiyor, Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceye başlamış, işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretten bir yıl önce, elli iki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat etti. Hiç kimse îmân etmedi. Alay ettiler. İşkence yaptılar. Yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular. Ümitsiz, üzüntülü, yorgun geri dönerken mübârek bacakları yaralandı. Zeyd’in başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir saatte, yol kenarında, bitkin hâlde oturdular. Orada bulunan bağ sâhibi, Rebi’aoğulları zengin Utbe ve Şeybe adında iki kardeş, köleleri Addâs ile birer salkım üzüm gönderdi.

Resûlullah üzümü yerken besmele okudu. Addâs Hıristiyan idi. Bunu işitince şaşırdı: “Yıllarca buralardayım. Kimseden böyle söz duymadım. Bu nasıl sözdür?” dedi.

Ümm-i Hânî, Resûlullah’ı içeri alıp, bir hasır, leğen, ibrik verdi. Gelen misâfire ikrâm etmek, onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazîfe sayılırdı. Bir evdeki misâfire zarar gelmesi, ev sâhibi için büyük yüzkarası olurdu. Ümm-i Hânî düşündü. Bunun Mekke’de düşmanları çok. Hattâ öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar onu gözeteyim, dedi. Babasının kılıcını alıp, evin etrâfında dolaşmağa başladı.

Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, saâdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerinde uyuyuverdi.

O anda, Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma:

Sabah olunca, Kâbe yanına gidip mîrâcını anlattı. İşiten kâfirler alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış, dediler. Müslüman olmağa niyetli olanlar da vazgeçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekir’in (radıyallahü anh) evine geldi. Çünkü, bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular:

“Ey Ebû Bekr! Sen çok kerre Kudüs’e gittin, geldin. İyi bilirsin, Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?” dediler:

Kafirler bu söze sevindi. Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekr’in de kendi fikirlerinde olduğuna sevinerek:

“Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı ve güvence gösterdiler.

Kâfirler bu hâle çok kızdı. Müminlerin kuvvetli îmânına, Peygamberin her sözüne hemen inanmalarına, O’nun çevresinde pervâne gibi toplanmalarına dayanamadılar. Resûlullah’ı mahcup ve mağlûp etmek için, imtihan etmeye yeltendiler:

Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Kudüse gitdim diyorsun. Söyle bakalım! Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var, gibi şeyler sordular. Hepsine cevâb verirken, hazret-i Ebû Bekr, öyledir yâ Resûlallah, öyledir yâ Resûlallah derdi. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” edebinden, hayâsından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyururdu ki, (Mescid-i aksâda etrâfıma bakmamışdım. Sorduklarını görmemişdim. O ânda Cebrâîl “aleyhisselâm”, Mescid-i aksâyı gözümün önüne getirdi. [Televizyon gibi] görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevâb veriyordum). Yolda, develi yolcular gördüğünü söyledi. İnşâallah çarşamba günü gelirler buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekkeye geldi. Fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl mü’minlerin îmânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını artırdı. (Rûh-ul-beyân)da (Tefsîr-i Hüseynî)den alarak ve (Bahr)de, imâmlığı anlatırken, diyor ki, (Resûlullahın Mekkeden Beyt-ül-mukaddese götürüldüğüne inanmıyan kâfir olur. Göklere ve bilinmiyen yerlere götürüldüğüne inanmıyan ise, dâl ve mübtedi’ olur). Ya’nî sapık olur.

Kaynak: Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye 132. Baskı S. 352-355