Alm. Roman, Fr. Roman, İng. Novel.
Olmuş veya olması mümkün bir olayla birbirlerine bağlanmış çeşitli insanların, âilelerin, cemiyetlerin başlarından geçen çeşitli hâdiseleri tafsilâtıyla hikâye eden edebî eser. Kelime, “gerçek veya hayâlî bir olayın mensur hikâyesi” mânâsına gelen ramonus kelimesinden çıkmıştır. Edebî bir tür olarak romanın da şiir gibi kesin ve herkes tarafından kabul edilen bir târifi yoktur.
Onuncu yüzyıldan îtibâren bütün dünyâda önce destanımsı hikâyeler, daha sonra şövalye romanları, romantik romanlar ve gerçekçi romanlar görülmüştür. On altıncı yüzyılın sonundan îtibâren gelişmiş romanlara rastlanmaya başlanmıştır.
Türk edebiyâtında ilk roman ve hikâye Tanzimât döneminde tercüme yoluyla görülür. 1860-1880 arasında Batılı klâsik yazarlardan ilk çeviriler yapıldı. Bunlardan birkaçı; Fenelon’dan Terceme-i Telemek (1862), Victor Hugo’dan Magdur’in Hikâyesi (1862), Daniel Defoe’nin Robenson Hikâyesi (1864), Atala, Paul ve Virginie, Monte-Cristo, Gulliver’in Seyahatnamesi’dir. Bu ilk tercümeler konuları bakımından Türk okuyucusuna yabancı değildir. Divan edebiyatındaki mesnevîler ile Leylâ ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibi halk hikâyeleri, meddah hikâyeleri ve dînî-destânî hikâyeler yüzyıllardır roman ve hikâye ihtiyacını karşılayan eserlerdir.
Tanzimat romanı veya Tanzimat dönemi romancıları, Türk toplumu meselelerini (her sahada olduğu gibi) Batılı Türk Aydını gözüyle ve Avrupa kültürü anlayışıyla gördükleri için, yerli hayâtı anlatırken Batılı yazarların tesirinde kaldılar. Bu yüzden de işledikleri tema (düşünüş, konu)lar, Batılı yazarlarda görüldüğü gibi âile hayâtı, esâret, alafrangalık, gibi mevzulardır. Şemseddîn Sâmi’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ı (1872), Ahmed Midhat’ın Teehhül’ü, Sâmi Paşazâde Sezâî’nin Sergüzeşt’i bunlara örnektir.
Romanda işlenen “esâret” konusuna örnek teşkil eden romanlar ise Nâmık Kemâl’in İntibah’ı, Sâmi Paşazâde Sezâi’nin Sergüzeşt’i, Nâbizâde Nâzım’ın Zehrâ’sıdır.
Diğer bir tema da “alafrangalık” meselesidir. Batı medeniyetini bir din gibi gören bâzı Tanzimât aydınları, romanlarında, sözde tenkit eder göründükleri alafranga tiplere yer verirler: Ahmed Midhat’ın Felatun Beyle Râkım Efendi’si, Recâizâde Mahmûd Ekrem’in Araba Sevdası gibi. Bunları daha sonraki dönemlerde Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şık’ı, Şıpsevdi’si, Yâkub Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak’ı, Sodom ve Gomore’si, Peyâmi Safâ’nın Sözde Kızlar’ı, Abdülhak Şinâsi Hisar’ın Ali Nizâmî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği romanları tâkip eder.
Servet-i Fünun (1896-1901), Türk romanının teknik olgunluğa ulaştığı dönemdir. İkinci Abdülhamîd Hanın Avrupâî mânâda okullar açtırması ve siyâsî aşırılıklara fırsat vermemesi bu dönem romancılarını (sanatkârlarını) geniş imkânlara kavuşturmuş; siyâsî tenkitten uzaklaştırmış, ferdî sahada (hissîlik, içe kapanma, âile gibi) eserler vermeye yöneltmiştir. “Sanat sanat içindir” görüşü benimsenmiş, Tanzimâtçıların aksine aydın ve seçkin kesime seslenilmiştir.
Tanzimâtçıların “Batılı kültür” anlayışları Servet-i Fünunda “Batılı sanat” anlayışına dönmüş; bunda, yetiştikleri dönemde Batı anlayışına göre öğrenim görmeleri de tesirli olmuştur.
Fransız edebiyatının etkisiyle realist ve naturalistler örnek alındı. Hâlid Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnû; Mehmed Rauf’un psikolojik tahlile yer veren Eylül romanı realist roman örnekleridir.
Aynı dönemin natüralist romancılarından Hüseyin Rahmi Gürpınar, fert-toplum ilişkilerini (daha çok çatışmaları) işlerken “toplum için sanat” görüşünü benimser. Yakub Kadri Karaosmanoğlu, realist ve naturalist bir romancı olarak Tanzimât sonrasının siyâsî ve toplum gelişmelerini kronolojik bir sırayla anlatır: Hep O Şarkı, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara gibi. Halide Edib Adıvar, ruh tahlili yaptığı romanlarında ve töre romanlarında daha ziyâde Batı kültürüyle yetişmiş aydınların Cumhûriyet dönemine kalmış bir temsilcisidir. Misâl olarak; Ateşten Gömlek, Sinekli Bakkal, mektup türüne örnek Handan romanları gösterilebilir.
İkinci Meşrutiyet (1908) sonrasının diğer sanatçıları arasında; Refik Hâlid Karay, Reşad Nûri Güntekin, Peyâmi Safâ, Memduh Şevket Esendal, Cevad Şâkir Kabaağaçlı(Halikarnas Balıkçısı), Abdülhak Şinasi Hisar vs. sayılabilir.
Cumhûriyet dönemi romancılarından Ahmed Hamdi Tanpınar, Kemal Tâhir, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal tanınan isimlerdir.
Romana âit unsurlar: Romanlarda konu, bir temel olayın etrâfında gelişen iç içe olaylar zincirinden doğar. Bunların olmuş veya olabilir vasfı taşıması önemlidir. Hayâtın normal akışına ters düşen sivri tesâdüfler, olağan dışı ender vak’alar romanda mâkul sayılmaz. Ele alınan bir konu bir plân dâhilinde işlenir. Bu plân kısaca “giriş (serim)”, “gelişme (düğüm)”, “sonuç (çözüm)” şeklinde özetlenir. Bâzı romanlarda bu plânın sırası değiştirilerek uygulandığı da görülür.
Romanlar, bilinen bir târihte ve belli bir süre içinde geçen olayları konu alır. Bu bakımdan romanlarda önemli bir zaman yazarın yaşadığı çağ olabildiği gibi geçmiş veya gelecek zaman da olabilir. Bâzı romanlar ise yalnızca birkaç saat içinde vukûa gelen olayları konu alır.
Kahramanlar, toplumda rastlanabilir, yaşayabilir veya yaşamış kişiler arasından seçilir. Bunlar toplumun her tabakasından olabilir. Her türlü huy ve karakterleri doğruya yakın bir şekilde ele alınır. Hatta aynı kişinin zıt mîzaç ve huyları, olduğu gibi işlenir.
Son zamanlarda yazılan romanlarda kahramanlar ve konu kaybolmuş, roman demek roman yazarının boş zamanlarında tutulduğu illüzyon (hayâlî görüntüler) veya rüyâmsı kişi ve olayları bölük pörçük sıralamak gibi anlaşılmaya başlanmıştır. Ayrıca ideolojik fikirler ağır basmaya başlamıştır.
Romanlarda çevre, okuyucuya tasvirle anlatılır. Bu, bir kasaba, şehir veya köy olabilir. Bunların hepsinin kullanıldığı romanlar olduğu gibi yazarın tasarladığı ideal, gerçek üstü bir çevre de olabilir. Burada önemli olan çevrenin coğrafî bir mekâna yerleşmesidir.
Romanların hemen hepsinde bir gâye vardır. Bu amaç bâzılarında konu ve üslûp içine iyice gizlenmişken, bâzılarında çok açıktır. Böyle romanlara “tezli roman” denir. Belli bir ideolojiye bağlı romanlarda bu husus daha açık olarak meydandadır. Bilhassa materyalist ideolojiye bağlı olanlarda bu amaç o kadar ileri gider ki, okuyucuda bir roman değil, doktrin kitabı okunuyormuş havası uyanır.
Her edebî eserde olduğu gibi romanda da üslûp son derece önemlidir. Bâzı romancılar eserdeki konuların, olayların, duygu ve fikirlerin eskiyip ölebileceğine, fakat mükemmel bir üslûbun onları yaşatmaya devâm edeceğine içten inanmışlar ve üslûp üstünde büyük hassâsiyet göstermişlerdir. Kelimelerini, cümlelerini ve anlatım tarzlarını buna göre düzenlemişlerdir. Ancak bâzı roman yazarları ve özellikle marksist tezli roman yazıcıları bu hususta da bayağı bir yol tutmuşlar, galiz ve çirkin kelimeleri, küfürleri, iğrenç terim ve deyimleri rahatlıkla ve bol bol kullanmışlardır.
Roman Çeşitleri
Romanlar edebî akımlara göre klasik, romantik, realist, sürrealist, popüler roman gibi isimlerle sınıflandırılabildiği gibi, iç yapısına göre de târihî roman, mâcerâ romanı, sosyal roman ve tahlil romanı olarak çeşitlendirilirler.
Târihî roman: Konularını târihte yaşamış kahramanlar ve onların başlarından geçen olaylardan alır. Romancı bu kahraman ve olaylar üstünde az çok değişiklik yapabilir. Ancak başarılı bir târihî roman, gerçeği buğulandırmadan zevkle okunur bir üslupla yazılmış romandır. Târihî roman yazmak için yalnız kahraman isimleri ve olayların kronolojisini bilmek ve vermek yetmez. Olayın yaşandığı zamânı, coğrafî özelliklerini, sosyal, kültürel ve sanat değerlerini çok iyi tanımak ve o zamanda topluma hâkim olan inanç, ideal ve anlayışları da iyice bilmek gerekir.
Mâcerâ romanı: Günlük hayatta her zaman rastlanmayan değişik, şaşırtıcı, beklenmez, esrarlı olayları konu edinen romandır. Bu romanlarda vak’a yâni olay hemen her şey demektir. Bunlar yeni keşfedilmiş veya tasarlanan ülkelerde geçer. Hâyâlî olabilir. Ancak olağandışı unsurlar taşımalı, korkunç ve acayip hisler uyandırmalıdır. Olayların akışı ve iç içe girmesi çok süratli olmalı, okuyucuda heyecan ve merak uyandırmalıdır. Kahramanları kurnazlık, maddî kuvvet ve cesaretleriyle üstün vasıflıdırlar. Daha çok silahşör, şövalye, polis, ajan ve câsuslardan seçilir. Hep hareket hâlindeyken tanıtıldıklarından ruh yapıları üstünde durulmaz. Bu romanlarda fikir zenginliği yoktur. Maksat şaşırtıcı ve heyecanlı konularla okuyucuya hoşça vakit geçirtmektir.
Sosyal roman: Romancıların yaşadıkları toplumu, o toplumu ilgilendiren meseleleri yeni bir açıdan ele alarak yazdıkları romanlardır. Gizli veya açık bir maksat telkinine çalışırlar. Kişiler, bâzı meslek ve sınıfları temsil eden birer tip olarak alınır. Olaylar, sosyal sebeplerle açıklanmak istenir. Ruh tahlilleri ve duygu derinlikleri arka plâna atılmıştır. Bütün tezli romanlar bu gruptandır.
Tahlîlî roman: Dış âlemde geçen olaylardan çok, kahramanın iç dünyâsını ve insan benliğinin kişi ve toplum çatışmaları içindeki belirtilerini konu edinen romanlara denir. Fertçi bir görünüş hâkimdir. Kahramanları olan kişileri bütün derinlikleriyle ortaya koyarlar. Çok defâ aşırı ülküler, sert ihtiraslar, derin hisler taşıyan ve bâzen sakat ruhlu dengesiz insanları ele alarak işlerler.
Batı edebiyâtında mühim yer tutan roman, batı toplumunun sosyal hayat, inanç, örf ve âdetlerine uygun bir türdür. Tanzimâttan sonra gittikçe artan bir hızla benimsenmeye başlayan batılı hayat anlayışıyla birlikte Türk edebiyâtında da örnekleri artmıştır. Batılı romanın iskeleti çok defâ iki kadın bir erkek veya iki erkek bir kadın arasında geçen aşk mâcerâları üstüne kuruludur. Buna bağlı olarak gelişen diğer hâdiseler ve çeşitlenen kahramanlar roman iskeletinin diğer dereceli unsurlarını teşkil eder.
Tanzimat öncesi dönemde Türk cemiyetinde böylesine olaylara ender rastlandığı gibi, bunların tasviri de kötünün tekrarlanarak yaygınlaşması ve böylece gitgide normalmiş gibi görülmesine mâni olunmak için dînimizce de yasak bilinmiştir. Bugün modern eğitimciler; toplumun ahlâkî yapısının bozulmasında kötü örneklerin başta TV, radyo ve basın olmak üzere her türlü yayın vâsıtalarıyla halka çok sık ve devamlı gösterilmesinin birinci âmil olduğunu belirterek eski Türk toplum sağlığı anlayışının doğruluğuna işâret etmektedirler. Ayrıca cemiyetin her tabakasına hâkim olan sâde bir hayat anlayışı, ortak îmân, amel ve ahlâk düsturlarına samîmî bağlılık, batılı tarzda bir roman anlayışı ve buna bağlı eserlerin doğmasına fırsat vermeyecek ve lüzum göstermeyecek diğer mühim unsurlardır.
Bir yanıt bırakın