Tasavvuf

Tasavvuf, vicdânî ve zevkî olduğundan, yâni tatmakla anlaşıldığından, lâyık olduğu şekilde yazılıp anlatılamaz. Tasavvufu anlatmakla onu hâl olarak yaşamak arasındaki fark, şekeri anlatmakla, bizzat onu tatmak arasındaki fark gibidir. Bununla berâber tasavvuf büyükleri bu ilmi, esasta aynı olmakla berâber, değişik şartlara ve durumlara göre farklı şekillerde târif etmişlerdir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Çeşitli târifleri yapılan “tasavvuf” ve “sûfî” kelimelerinin hangi kökten geldiği hakkında farklı şeyler söylenmiştir. Bunlardan bâzıları: Eshâb-ı Suffa, saff-ı evvel, sûf (yün), safâ ve safvet (duru ve temiz) kelimeleridir. “Dünyânın safâsı gitti, kederi kaldı.” hadîs-i şerîfinde safvet kökünden geldiğine işâret vardır, denilmiştir. Ayrıca bu lafızların tasavvuf kelimesiyle mânâ yönünden münâsebetleri de zikredilmiştir. Tasavvuf ve sûfî kelimelerinin bu köklerden geldiği mânâ bakımından doğruysa da, sûf müstesnâ, diğerlerinden sûfî şeklinde bir nisbetin yapılması Arabîde nispet kâidesine uymamaktadır. Bunlardan başka Yunanca’daki sophia (sofia/hikmet) kelimesinden geldiği iddiâ ediliyorsa da, tasavvufun bu kelimeyle hiç alâkası yoktur. Böyle olduğu hem Arabî lisânı, hem de târih ilmi bakımından ispat edilmiştir.

Esâsen, tasavvuf ve sûfî kelimelerinin nereden geldiği, tasavvufun temel meselelerinden değildir. Ancak sonradan tasavvufun İslâma başka milletlerden geldiğini iddiâ eden müsteşrik (Avrupalı şarkiyatçı, doğu bilimci) ler, tasavvuf ve sûfî kelimelerinin aslı meselesini kurcaladıklarından, kelimenin aslını bilmekte bu bakımdan fayda vardır.

Tasavvuf şu iki gâyeyi gerçekleştirmeye çalışır:

Dolayısıyle seven sevdiğini çok anar. Allahü teâlâyı çok anan, O’nu sever, Allahü teâlâyı sevince kalbe îmân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır. Allahü teâlâyı ve Resûlünü tam sevmedikçe, emirlerine uymak çok güç olur.

Tasavvuf büyükleri, tasavvufun gâyelerini gerçekleştirebilmek için “makâmat-ı aşere” denen on şeyi esas almışlardır. Bunlar:

Rızâ ise, Allahü teâlâdan gelen her şeye boyun eğmek. Bu, tasavvufta son makamdır.

İnsanların dünyâ ve âhirette huzûr ve saâdete kavuşmalarında ilk mürşitleri (yol göstericileri) ve rehberleri peygamberlerdir (aleyhimüsselâm). Bu îtibarla tasavvuf ilmi, peygamberlikle başlar. Her peygamber, ümmeti arasında Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tatbik ettiği gibi, sâhip oldukları yüksek vasıflarından ve hâllerinden ümmetlerinin seçkinlerini de faydalandırmışlar, feyzlerini onların kalplerine akıtmışlardır. Böylece îmânın kalplere iyice yerleşip sinmesine, zâhirlerinin, bedenlerininse, Allahü teâlânın emirlerine uymakla süslenmesine vesîle olmuşlardır.

Görülüyor ki, ne Yunandan, ne Hind’den, ne muharref olan Yahûdîlikten, ne Budizmden gelmediği âşikar olan tasavvufî hakîkatlerin, beşer aklına dayanan başka bir yabancı kaynaktan gelmediği de bir hakîkattir. Bu yöndeki kanâat ve yorumların çürüklüğüyse gâyet açıktır. Tasavvufun bir parçası olan Vahdet-i vücûd mârifetleri, bilgileriyle filozofların, Budistlerin ve Yahûdîlerin akıl ve riyâzetle anladıkları (vahdet) birbirinden tamâmen ayrı şeylerdir. Yoksa Vahdet-i vücûd bu bozuk yollardan alınmış değildir. Bilâkis filozofların, ahlâka, tıbba ve hukûka dâir söyledikleri doğru bilgileri peygamberlerden çaldıklarını İslâm âlimleri bildirmişlerdir. Bu bilgileri insanlara ilk olarak, peygamberler aleyhimüsselâm öğretmişler, üstün ahlâk ve yaşayışları, sözleri ve halleriyle ümmetlerine mürşid ve rehber olmuşlardır.

Peygamber efendimiz bir gün hazret-i Ebû Bekr ile ince bilgileri konuşuyordu. Hazret-i Ömer yanlarına gelince sözü değiştirdi. Hazret-i Ömer’in yanında daha başka konuştu. Çünkü daha önce hazret-i Ebû Bekr’in derecesine göre konuşuyordu. Hazret-i Ebû Bekr’in kavuştuğu dereceye hiçbir Sahâbî kavuşamadı.

Eshâb-ı kirâmın hepsi Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) kavuştukları feyz ve mârifetleri kendilerinden sonrakilere, Tâbiînin büyüklerine ulaştırıp, onların kalplerini temizlediler. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali müstesnâ, diğer sahâbîlerden gelen feyz ve mârifetler, birkaç asırdan sonraya ulaşmadı. Bin dört yüz seneden beri hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den alınan feyzler ve mârifetler, iki silsile hâlinde geldi.

Sevr Mağarasında, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden gizli zikri öğrenen hazret-i Ebû Bekr vâsıtasıyla gelen feyz ve mârifetlere kavuşturan yola, nübüvvet yolu denildi.

Resûlullah’tan sesli zikri öğrenen hazret-i Ali vâsıtasiyle gelen feyz ve mârifetlere kavuşturan diğer yola, vilâyet yolu denildi. Bütün evliyâ bu yoldan kemâle gelmiştir. Vilâyet yolu hazret-i Ali’den iki şekilde geldi. Birisi, hazret-i Ali’nin sohbetinde bulunan Tâbiîn’den Hasan-ı Basrî vâsıtasiyle geldi. Onun vâsıtasiyle feyz alan İbrâhim bin Edhem’e (v.161/M.777) nispetle Edhemiyye, ondan gelen silsileden Mu’înüddîn-i Çeştî’ye (v.634/m.1236) nispetle Çeştiyye yolu meydana geldi. Diğer silsile, hazret-i Ali’den sonra hazret-i Hasan ve Hüseyin ve Tâbiîn devrinde on iki imâmdan olan hazret-i Hüseyin’in oğlu Zeynelâbidîn, onun oğlu Muhammed Bâkır ve Câfer-i Sâdık ile devâm etmiştir.

Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den gelen silsileler, Câfer-i Sâdık’ta birleşti. Fakat bu iki feyz ve mârifet yolu, İmâm-ı Câfer-i Sâdık’ta birbirine karışmış değildi.

Tâbiînin büyüklerinden olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, iki sene İmâm-ı Câfer-i Sâdık’ın sohbetinde bulunup kemâle geldi. Mürşid-i kâmil oldu. “O iki sene olmasaydı, Nûman helâk olurdu.” buyurdu. İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed ve diğer mezheb imâmları da mânâ ilminde pek derindiler. Fakat meşgul oldukları fıkıh ilmiyle meşhur oldular. Diğer taraftan Hasan-ı Basrî, İbrâhim bin Edhem, Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi aleyhim) gibi büyükler de, fıkıh ilminde derin olmakla berâber, ince bilgiler ve mârifetlerde yâni mânâ ilminde meşhur oldular.

Tâbiîn ve onların sohbetlerinde yetişen Tebe-i tâbiînden sonra insanlar arasında dînin emirlerine uymakta gevşeklik meydana geldi, dünyâya düşkünlük arttı. Bu sırada Allahü teâlânın ve Resûlullah’ın emirlerine sımsıkı sarılmakla berâber, zikrullaha devâmla, Müslümanları irşâd etmekteki üstün himmet ve gayretleriyle meşhur ve bu bakımlardan başkalarından ayrılan büyüklere Ubbâd (âbidler) ve Zünhâd (zâhidler) denildi.

Bid’atler çoğalıp zamanla nefsin arzû ve isteklerine kapılıp, bid’at ve dalâlet fırkaları ortaya çıktı (Bkz. Kelâm İlmi). Her fırka kendi önderlerine zâhid ve âbid dedi. Bunun üzerine Ehl-i sünnet ve cemâatten olup, kalplerini gafletten koruyan, nefslerini Allahü teâlâya itâate kavuşturanları, bunlardan ayırmak için onların bu hâllerine tasavvuf, kendilerine mutasavvıf, sûfî denildi. Bugün de sûfî kelimesi, “sofu” şeklinde dîne çok bağlı kimseler için kullanılmaktadır.

(Bkz. Tekke). “Dağları iğneyle oyarak toz etmek, kalplerden kibri çıkarmaktan kolaydır.” sözü onundur. “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” sözünü çok söylerdi. Süfyân-ı Sevrî’nin hocasıydı. Süfyân-ı Sevrî; “Ebû Hâşim Sûfî olmasaydı, Rabbânî hakîkatleri bilemezdim. Onu görmeden önce tasavvufun ne olduğunu bilmiyordum.” demiştir.

Ebû Hâşim-i Sûfî’nin yaşadığı sırada bu isim henüz meşhur olmamıştı. Yaygın bir sûrette Hicrî ikinci (Milâdî sekizinci) asrın sonlarından îtibâren işitilmeye başlanmıştır.

Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin büyükleri de Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yolunda gittiler.

Hicrî ikinci asrın sonuna kadar tasavvufî hâllere ve ince bilgilere ve mârifetlere hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den gelen silsiledeki büyükler vâsıtasıyla kavuşuldu.

Hazret-i Ebû Bekr’den gelen silsile, İmâm-ı Câfer-i Sâdık’tan sonra, hicrî ikinci asrın sonu, üçüncü asrın başında Bâyezîd-i Bistâmî rahmetullahi aleyhle devâm etti. Bâyezîd-i Bistâmî, Câfer-i Sâdık’ın vefâtından kırk yıl sonra doğdu. Oniki imâmdan Ali Rızâ’nın sohbetinde bulundu. Bu sohbetin bereketiyle İmâm-ı Câfer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden istifâde etti. Ondan feyz almakla meşhur oldu. Vefât etmiş olan bir büyüğün rûhâniyetinden feyz aldığı için üveysî oldu. Hicrî 231 veya 261’de vefât etti. Talebeleri hocalarının yoluna, ismi Tayfur olduğu için, Tayfûriyye dediler. Silsile içerisinde zaman zaman talebeler hocalarının yollarına böyle isimler vermişlerdir.

Bâyezîd-i Bistâmî’den sonra silsile, Ebü’l-Hasan Harkânî, Ebû Ali Farmedî ve Yûsuf-ı Hemedânî ile gelmiş, Yûsuf-ı Hemedânî’nin üçüncü halîfesi Ahmed Yesevî ile Yeseviyye hâsıl olmuştur (H.6. asır). Hicrî 7. asırda Ahmed Yesevî’nin talebelerinden Şeyh Lokmânî Horasânî’nin halîfesi Hacı Bektâş-ı Velî’den (v.680/m.1281) Bektâşiyye yolu ortaya çıktı. Hacı Bektâş-ı Velî Nişâbûr’da doğdu. Anadolu’da Kırşehir’de vefât etti. Ondan feyz alanlara Bektâşî denildi. Bu temiz Bektâşîler zamanla azalıp, hurûfî denilen bozuk kimseler bu kıymetli ismi kendilerine mâl ettiler.

Hicrî sekizinci asırda hazret-i Ebû Bekr’den gelen silsilenin on beşinci sırasında Behâeddîn-i Buhârî rahmetullahi aleyh bulunuyordu. (v.791/m.1388). Ondan Nakşibendiyye doğdu. Behâeddîn-i Buhârî’den iki halka sonra Ubeydullah-ı Ahrâr (v.895/m.1489) ile 9. asırda Ahrâriyye yolu meydana geldi. Bu yolun büyükleriyle devâm eden silsile 10. ve 11. asırlarda İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ulaştı. Ondan Müceddidiyye yolu hâsıl oldu. On ikinci asırda gelenlerle 13. asra geçen silsile Abdullah-ı Dehlevî’nin talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile Hâlidiyye yolunu ortaya çıkardı.

Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebelerinden Ebû Bekr-i Şiblî (v.334/m.945) yolundan Abdülkâdir-i Geylânî’ye (v.561/m.1165) nispetle Kâdirî, Ebü’l-Hasan Şâzilî’ye (v.654/m.1256) nispetle Şâzilî, Ahmed Rıfâî’ye (v.578/m.1183) nispetle Rıfâî yolu meydana geldi.

Ebû Ali Rodbârî (v.312/m.933) yolundan Ahmed Gazâlî (v.520/m.1126) ve Ziyâuddîn Ebû Necîb Sühreverdî (v.563/m.1168) vâsıtasiyle Necmeddîn-i Kübrâ’ya (v.618/m.1247) nispetle Kübreviyye meydana geldi. Ebû Necîb Sühreverdî, Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî’nin (v.632/m.1234) mürşidi ve amcasıydı. (563/m.1167’de Bağdat’ta vefât etti.) Şihâbüddîn-i Sühreverdî’den, Sühreverdiyye yolu meydana geldi. Ebû Necîb Sühreverdî’den iki kol ayrıldı:

Birincisi Rükneddîn Muhammed Sencârî’ye geldi. Bundan Şems-i Tebrîzî (v.645/m.1247) ile Rükneddîn İbrâhim Zâhid feyz almışlardır. Şems-i Tebrîzî yoluyla feyz alan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den (v.672/m.1273) sonra Sultan Veled’den Mevleviyye meydana geldi. Rükneddîn İbrâhim Zâhid’den iki kol ortaya çıktı. Safiyyeddîn Erdebîlî yoluyla feyz alan Hacı Bayram-ı Velî’den (v.833/m.1429) nispetle Bayrâmiyye meydana geldi. Hacı Bayram-ı Velî’nin bir halîfesi de Ömer Sekînî, onun da halîfesi Hızır Dede Üftâde Efendiye hilâfet verdi. Bunun da halîfesi Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir (v.1038/m.1628). Bunlardan meydana gelen kol da Celvetiyye’dir. İkincisinden Muhammed bin Nûr Halvetî yoluyla Halvetiyye ve Zeyniyye meydana geldi. Halvetîlerden olan Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin (v.868/m.1464) bir halîfesinden Gülşeniyye meydana geldi. Şirvânî’nin diğer bir halîfesi Pîr Muhammed Erzincânî 876/m.1471’de vefât etmiştir. Bundan ayrılan bir koldan Mısriyye, Sinâniyye ve Cerrâhî yolları hâsıl oldu. Cerrâhî pîri olan Nûreddîn Cerrâhî, Karagümrük’de Kethüdâ Câmii yanındaki tekke yanında on sekiz sene vazife yaptı. Pîr Muhammed’in diğer halîfesi Çelebi Halîfe Muhammed Efendinin bir halîfesinden Şa’bâniyye hâsıl oldu. İkinci halîfesi Sünbül Sinân Yûsuf Efendidir. Halvetiyye yolunun Sinâniyye kolunun kurucusu, hocası Ümm-i Sinân olup (v.958/m.1551), Eyüp’teki halîfesi Nâsûh Dede’nin Düğmeciler’deki tekkesine defnedilmiştir. Yerine Kazzaz Muhammed Harîrî geçmiştir. Eyüp’teki Ümm-i Sinân tekkesinin son şeyhi Yahyâ Gâlib olup, dedelerinin yolundan ayrılmıştır.

Bunlar, tasavvuf yollarının meşhûrları olup, bunlardan başkaları da vardır:

Halvetiyye’nin bir kolu da Tîcâniyye olup mürşidi Ahmed Tîcânî Cezâyir’de doğdu 1230/m.1815’te Fas’ta vefât etti.

Müslümanlar asırlarca hakîkî tasavvuf büyüklerinin sohbetlerindeki ve meclislerindeki mânevî havayı teneffüs edegelmişlerdir. Fakat zamanla böyle büyüklerin azalıp ehliyetsiz kimselerin ortaya çıktığı, uygun olmayan tavır ve hareketlerinin tasavvuf sanıldığı, bu sebeple tasavvufun yanlış anlaşıldığı da olmuştur. Böyle kimselerin uygunsuz hareketlerini hakîkî tasavvuf ehli de tasvip etmemiş ve insanları onlardan sakındırmışlardır.

Görülüyor ki, tasavvuf, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) izinde yürümektir. Yâni, her işte ve sözde Peygamber efendimize uymaktır. Bu sebeple tasavvufta sünnet-i seniyyeye uymayan yollar mûteber değildir.

Tasavvuf büyükleri, tasavvufun maksatlarını ve meselelerinin çoğunu sohbetlerinde îzâh etmekle berâber, imkân dâhilinde pekçok eser de yazmışlardır. Tasavvuf büyüklerinin bu kitaplarında hiçbir felsefî fikir yoktur. Kendi akıllarını esas alarak bir şey söylememişlerdir. Sâdece Peygamber efendimizden gelen ince bilgileri ve mârifetleri insanlara anlayabilecekleri ifâdelerle anlatmışlardır. Bunlar felsefe yapmak değildir. İslâm âlimleri olan tasavvuf büyüklerinin felsefesi diye bir şey olmadığı gibi, onlar filozof da değildir. Zâten bu büyükler, felsefecilere bozuk sözlerinden dolayı reddiyeler yazmışlardır (Bkz. Kelâm İlmi). Tasavvuf büyüklerinin yazdıkları eserlerden bâzıları şunlardır:

  1. Kitâb-üz-Zühd: Abdullah bin Mübârek (v.181/m.797).
  2. Er-Riâye li Hukûkillâh: Ebû Abdullah Hâris bin Esed el-Muhâsibî (v.243/M.857).
  3. Et-Tearrüf: Muhammed bin İshak Buhârî Gûlâbâdî (v.380/m.990).
  4. Tabakât-üs-Sûfiyye: Ebû Abdurrahmân Muhammed bin Hüseyin es-Sülemî (v.421/m.1021).
  5. Hilyet-ül-Evliyâ: Ebû Nuaym İsfehânî (v.430/m.1039).
  6. Risâle-i Kuşeyriyye: Ebü’l-Kâsım Abdülkerîm bin Hevâzin el-Kuşeyrî (v.465/m.1072).
  7. Keşf-ül-Mahcûb: Ali bin Osmân el-Hucvîrî (v.465/m.1072).
  8. Tabakât-us-Sûfiyye: Abdullah-ı Ensârî (v.481/m.1087).
  9. Miftâhünnecât, Ünüs-üt-Tâibîn: Ahmed Nâmık-ı Câmî (v.536/m.1142).
  10. Avârif-ül-Meârif: Şihâbüddîn Sühreverdî (v.632/m.1234).
  11. Mesnevî: Celâleddîn-i Rûmî (v.672/m.1273).
  12. Mektûbât: İmâm-ı Rabbânî AhmedFârûk-i Serhendî (v.1034/m.1624).
  13. Minhâc-ül-Fukarâ: Ankaravî İsmâil Rusûhî (v.1041/m.1631).
  14. Er-Riyâd-ut-Tasavvufiyye: Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (v.1363/m.1943).