Herhangi bir şeyin (hâdisenin) dîne (İslâmiyete) uygun olup olmadığını bildiren cevap. Fetvâ veren âlime “müftî”, sorana “müsteftî” denir.
Fetvâ ile, herhangi bir şeyin İslâmiyete uygun olup olmadığı, bilmeyenlere öğretilmektedir.Kur’ân-ı kerîmde; “Bir işte anlaşamazsanız, bu işin hükmünü Allah’tan ve Resûlullah’tan anlayınız!” (Nisâ sûresi:59) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefsir âlimleri, “Bir işte anlaşamazsanız, bu işin nasıl yapılacağını, âlim olanlarınız Allah’ın kitâbından ve Resûlullah’ın sünnetinden anlasınlar! Âlim olmayanlarınız ise, âlimlerin anlattıklarına uyarak yapsınlar.” diye açıklamışlardır. Bu âyet-i kerîme, bir Müslümanın, hükmünü bilemediği herhangi bir meselede âlim olan müftîye sormasını ve onun bildirdiğine uymasını emretmektedir.
Müftînin müctehid fil mezheb, yâni mezhepte müctehid olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denmez; nâkıl, fetvâyı iletici denir. Nâkıller fetvâyı meşhur fıkıh kitaplarından alırlar, müctehidlerin sözlerini bildirirler.
Müctehid olmayan din adamı bir hadîs-i şerîf işitince, bu hadîsten kendi anladığına uyarak amel edemez. Müctehidlerin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden anlayarak, öğrenerek verdikleri fetvâ ile amel etmesi lâzımdır. Bu bakımdan fetvâların fıkıh kitaplarına dayanması lâzımdır. Böyle olmayan fetvâlar mûteber değildir. Böyle yapmazsa vâcibi terk etmiş olur.İslâm bilgilerini öğrenmeden, bilmeden âyet-i kerîme veya hâdis-i şerîfleri okuyup da bunları kafasına, kendi görüşününe göre mânâlandırıp, dînî mevzûlarda gelişi güzel fetvâ verenlere müftî veya İslâm âlimi denmez.
Kendisinden fetvâ istenen müftîde; iyi niyetlilik (sözüne güvenilirlik), hilm (yumuşaklık), vakâr ve sekînet (samîmi ve ağırbaşlı davranış), bilgisinde kuvvetlilik, sual sorana maddeten muhtâc olmamak ve hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayırdedebilecek ilmî bir kudret bulunması gibi şartlar da gerekmektedir.
Her müftî, kendi mezhebine göre fetvâ verir. Hanefî mezhebindeki bir müftî, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’nin sözüne uygun şekilde fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf’un sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin sözünü alır.Ondan sonra İmâm-ı Züfer’in, daha sonra Hasan bin Ziyâd’ın sözünü alır.
İftâ, yâni fetvâ vermek usûlü, İslâmiyetin başlangıcından beri vardır. Peygamberimiz “aleyhisselâm” zamânında, Müslümanların bizzât kendisinden aldıkları fetvâlar mûteber eserlerde toplanmıştır. Peygamberimizin âhirete irtihâlinden sonra Eshâb-ı kirâmın Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere mürâcaat ederek verdikleri fetvâlar ile, bu sâha daha da genişlemiştir. Dört halîfe ve diğer bütün sahâbenin ve “fukahâ-ı seb’a” adıyla meşhur olan Tâbiînden yedi büyük âlimin fetvâları her zaman için en kıymetli kaynaklardır.
Emevîler, Abbâsîler ve Osmanlılar zamânında devletin kazâî işleri fetvâ ile hallolunurdu. Halk arasındaki çeşitli münâsebetleri düzenleyen tertip edilmiş kâideler, bâzı kânunlara münhasır (sınırlı) kalmıştır. Zâten fetvâ da, meselenin kesin hükmünü, dînî kaynaklardan istinbât edip (çıkarıp) müdevven (düzenlenmiş) hâle getirmek demektir.
Bir yanıt bırakın