Son devir tasavvuf âlimlerinden. Es-Seyyid Abdülhakîm bin Mustafa el-Arvasî, 1281 (m. 1865) senesinde o zaman Hakkâri Sancağı’na, bugün Van’a bağlı Başkale kasabasında doğdu. 1362 (m. 1943) senesinde Ankara’da vefat etti. Kabri Ankara’da Bağlum kasabasındadır.
Hazret-i Peygamber’in “aleyhisselâm” 43. kuşaktan torunudur. İmam Ali Rıza‘nın soyundandır. Bu sebeple seyyid unvanıyla anılır. Ataları Bağdad’dan bugün Van’ın Müküs (Bahçesaray) kasabasına bağlı Arvas (Doğanyayla) köyüne yerleştiği için Arvasî nisbetiyle tanınır. Büyük dedesi Seyyid Muhammed Sultan II. Mahmud Han zamanında tedrisat vesilesiyle Arvas’tan Başkale’ye yerleşmişti. Bunun babası olan Seyyid Abdurrahman, Seyyid Fehîm Arvasî’nin de dedesidir. Abdülhakîm Efendi’nin dedesi Seyyid Muhyiddin Başkale müftüsü idi. Babası Halife Mustafa Efendi, Seyyid Taha Hakkâri’nin oğlu ve Seyyid Salih Nehrî’nin halifesi Seyyid Ubeydullah Şemdinî’nin halifesi idi. Annesi Ayşe (Hano) Hanım’dır.
Halife Mustafa Efendi, en büyük oğlunun doğumunda, XVII. asır Hindistan âlimlerinin meşhurlarından Abdülhakîm Siyalkütî’nin ismini uğur sayarak vermişti. O gece aynı zamanda Seyyid Taha’nın küçük biraderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misafirdi. Seyyid Mustafa Efendi’nin içindeki isteğe, bu ilahi hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.
Seyyid Abdülhakim Efendi, ilk tahsilini babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale’de ibtidai ve rüştiye mekteplerini bitirdi. O zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak’ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazasında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münazara, kelam, ilahi ve tabii hikmet, fen ve matematik, tefsir, hadis, usul-i fıkh, Şafiî, Hanefî ve Mâlikî fıkhı ve tasavvuf dersleri aldı. Nehri’de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:
Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah’ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. O’nun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zat… Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: “Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer’an serbest midir?” Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşca ve alçak bir sesle; “Dinin sahibi hazırdır, buradadır.” diye cevap verdim. Maksadım, şeriat sahibinin huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah Efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan; “Cevap veriniz!” diye üst üste iki defa emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; “Seni müjdelerim! Fahrülâlemîn seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşaallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış!” diyerek rüyamı tabir etti. Babama; “Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki emrin hikmeti nedir?” diye sordum şu cevabı verdi: “Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir”. Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icabı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakim Efendi, 1314 (m. 1897) yılında hac vazifesi ile Hicaz’a geldiğinde önce Medine’ye gelip Peygamber Efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zat vardı. Onunla beraber bir gece, mübarek Ravza’da akşam namazından sonra, yüzünü saadet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça: “Refikam, şu anda özür sahibidir. Peygamber Mescidini ziyarete gelemez. Bab-üs-Selam’dan girerek Peygamber huzurunda bir selam verip, Bab-ı Cibril’den çıkmasına şer’an müsaade var mıdır?” dedi. Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyanın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyasında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça: “Bu sualin cevabına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!” buyurdu. Ancak rüyada olduğu gibi Resulullah Efendimizin huzurunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme’den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyayı tafsilatı ile anlattı.
1300 (m. 1882) senesinde zâhirî icâzet alarak memleketime dönen Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini manevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Taha Hakkâri’nin halifesi Seyyid Fehim Arvasî, rüyasında Hazret-i Peygamber’i gördü. Hazret-i Peygamber kendisine; “Abdülhakim’in terbiyesini sana ısmarladım.” buyurdu. Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasî 1295 (m. 1878) yılında Seyyid Fehim Arvasî hazretlerinin huzuruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihare oldu. İstiharede şöyle bir rüya gördü: Seyyid Taha hazretleri, camide, talebesi Seyyid Fehim’e şu emri veriyordu: “Abdülhakim’i al; elbisesini soy; cevâzim-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamamen yıka! Sonra ikimize de imam olsun! Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevazım-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccadeye bırakıyordu. Bu rüya onun talebeliğe kabul edildiğine dair gayet açıktı. Tabire muhtaç kısmı sadece cevâzım-ı hams tabiri idi. Cevazım cezm’in çoğulu olup kat’i, kesin demektir. Hams yani beş adedi ise âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine işaret olduğu açıktı. Rüyanın başka tabire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilahi lütuf ve sonsuz bir ihsandı.
Seyyid Abdülhakim Arvasî, gördüğü bu rüyanın tesiri ile sülûke sarıldı. Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühüyle yükseldi. 1300 (m. 1882)’de zahirî ilimlerde icazet aldıktan sonra, 1305 (m. 1887) senesinde Nakşibendî yolundan icâzet aldı ve Seyyid Fehim Efendi’nin halifesi oldu. Ancak Nakşî tarikatında Hicrî 1000 tarihinden sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dair işaretler bulunduğundan, Nakşibendiyye’den mezun olanlar, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kadiriyye ve Çeştiyye tarikatlerinden de mezun sayılıyordu. Böylece Abdülhakim Arvasî hazretleri de Nakşibendî, Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarikatlerinden de icâzet aldı.
Bundan sonra memleketi Başkele’ye dönen Abdülhakim Arvasî hazretlerinin burada büyük ilmi faaliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır: Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut kitaplara ilave suretiyle zengin bir kütüphane kurdum. Talebenin yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum. Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler adeta irfan nuruyla doldu. O civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Valilerin, üst kademedeki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitayişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu. Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul’dan getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşiretler ve kabilelere gönderip onları ilim nuruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bazıları vilayet, sancak ve kaza merkezlerinde müfti olarak vazifelendirilirdi. İçlerinden muhtaç olanları ev eşyalarını tedarik ederek evlendiriyordum. İran’ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sayesinde Sünnilikte devam ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1300/1882 tarihinden itibaren, Van vilâyeti ile çevresinde, İran’ın Sünnî kısmında ve civar aşiretler arasında ilim neşri ile beraber irşad vazifesi de icra etti. Kendi yaptırdığı ve masraflarını da bizzat karşıladığı medresesinde 29 sene talebe okuttu. Mezun ettiği talebeler civarda müftü, müderris, imam, hatip gibi hizmetlerde istihdam olundular. Hizmetleri saray tarafından da takdir görerek, medreseye İstanbul’dan kitap ve para gönderildi. Üstadının oğlu Van müftüsü Seyyid Muhammed Sıddık Efendi’ye hilâfet verdi ise de, 1916’da Ermeniler tarafından şehid edildi.
Seyyid Abdülhakim Efendi, 1314 (m. 1898) senesinde üstadının oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin Efendi ile beraber hacca gitti. Emin Efendi bu hac seyahatinde Tûr-i Sinâ’da vefat etti. Birkaç sene evvel 1897’te Seyyid Fehim Efendi vefat ederken dört halifesini çağırmış, onlara vasiyetlerde bulunduktan sonra, “Yerime oğlum Muhammed Emin ikâme edilmiştir. Ondan sonra Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak yerime ikâme buyurulmuştur. Kendisi Arvas’ta olsun, Başkale’de olsun, İstanbul’da olsun, itaat ediniz. Onun rızası benim rızamdır. Ona muhalefet bana muhalefettir” buyurmuştu. [Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin bir zaman sonra İstanbul’a geleceğine işaret etmesi bir kerâmet olarak görüldü.]
Abdülhakîm Efendi, 1327 (m. 1909) senesinde ikinci defa haccetti. Bu esnada Mekke-i mükerremede yaşayan büyük âlim Şeyh Ziya Masum’un iltifatına mazhar oldu. Birlikte veda tavafını yaparlarken Şeyh Ziya Masum kendisine: “Mürşidin Seyyid Fehim hazretleri tarafından Nakşibendî, Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarikatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilaveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da icâzet verdim.” buyurdu.
1332 Receb ayının ilk günü (m. Kasım 1915), Rus askerinin Başkale’ye bir saat mesâfeye yaklaşmasıyla başlayan Ermeni zulüm ve katliâmı sebebiyle hicret ederek Revandız, Erbil, Musul, Adana, Eskişehir ve nihayet 1337 senesi Şevval ayı başında (m. Nisan 1919) Bursa’ya gitmek üzere İstanbul’a geldiler. Bu arada 150 kişilik ailesinden 20 kişi kalmış; geri kalanı ya hastalık ve sair yol meşakkatinden vefat etmiş; ya geri dönmüş veya yolda kalmıştır. Bursa da işgal edilince İstanbul’dan ayrılmadılar. Evvelâ Dâhiliye Nezâreti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemadan Hayri Efendi tarafından, [şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan] Eyüp Sultan Yazılı Medrese’de iskân olundular.
Seyyid Abdülhakim Arvasî altı ay kadar sonra Eyüp Gümüşsuyu’ndaki Kaşgarî Dergâhı’nın şeyhliği, imamlığı ve vaizliği ile vazifelendirildi. Bu arada 8 Zilka’de 1337 (5 Ağustos 1919) tarihinde Sultan Vahideddin tarafından Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Süleymaniye Medresesi’ne [sonra Medresetü’l-Mütehassisîn adını aldı] tasavvuf müderrisi olarak da tayin edildi. Böylece hem Kaşgarî tekkesinde ve câmilerde va’z vererek irşad faaliyetinde, hem de Süleymaniye Medresesi’nde talebe yetiştirerek tedrisatta bulundu. 1931’den sonra 1943’teki vefatına kadar İstanbul câmilerinde fahrî vâizlik yaptı. Ayasofya Câmii, Bayezid Câmii, Fatih Câmii, Eyüp Câmii, Ağa Câmii, Sinanpaşa Câmii, Üsküdar Yeni Câmi, Osmanağa Câmii, Zuhuratbaba Câmii, Arap Câmii, Yer altı Câmii ve Kasımpaşa Câmiinde vaazlar verdi. Bayezid’de çok âlimlerin okutmaktan çekindiği Beydavî Tefsiri’nin Şeyhzâde Hâşiyesini ders verip tamamlamak kendisine nasib oldu. Ayrıca Ebussuud, Nimetullah ve Hüseyn Vaiz-i Kâşifî’nin tefsirlerinden başka, Şir’atü’l-İslâm, Şifâ-i Şerif, Kitâb-ı Hulâsati’l-Vefâ fî Ahbâri Dâri’l-Mustafa ve Kimyâ-yı Seadet okutup vaaz vermiştir.
Sultan Vahideddin Han kendisine hürmet ederdi. Nitekim Abdülhakim Efendi şöyle anlattı: “Memleketin işgal altında bulunduğu günlerdi. Beşiktaş’ta Sinanpaşa Camiinde vaz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; “El melikü yakraükesselam ve yed’uke iletta’am” yani “Sultan sana selam ediyor ve seni iftara çağırıyor.” dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul’un seçilmiş vaizleri, imamları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser-musâhib geldi. Sultanın selamı var. Hepinizden Anadolu’da düşmanla muharebe eden askerlerimizin gâlib gelmesi için dua etmenizi ve Anadolu’daki mücahidlere para ve dua ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi rica ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu’ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum”.
Bir defasında da Sultan Vahideddin Han, Ramazan-ı şerif ayında Hırka-ı Seadet ziyaretine Seyyid Abdülhakîm Efendi’yi de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vak’anın devamını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir: Sultan tam Hırka-i seadetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm’dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yan yana biri dünya, biri ahiret sultanı olarak, Sultanü’l-enbiya Peygamber Efendimizin seadetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Beraberce ziyaret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi’yi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. “Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir.” deyip birini bana verdiler.
Vefa Lisesi’nde din dersi muallimliği yaptı. Medreselerin kapatılması üzerine İstanbul merkez vâizi olarak hizmet etti. Tekkelerin kapatılması üzerine de Kaşgarî Câmii imam-hatipliği uhdesinde kaldı. Bu tarihten sonra tekke faaliyetinde bulunmadı. Zira kanunlara riayet hususunda çok titizdi. 1930’da yaş haddine geldiği halde heyet-i vükelâ kararıyla vazifesi uzatıldı. 1931 senesinde Menemen hâdisesi sebebiyle hiç alâkası olmadığı halde zamanın ileri gelen din adamları ile beraber İzmir’e götürüldü. Divan-ı Harb’e çıkarıldı. Orada dikkate değer bir müdafaada bulundu. Beraat ederek İstanbul’a döndü. Vâizlikten tekaüde sevkedildi ise de bu vazifesini fahrî olarak sürdürdü. 1934 senesinde soyadı kanunu çıkınca, Üçışık soyadını aldı.
Câmi vaazlarının çok kimsede uyandırdığı tesirler sebebiyle bilhassa ham sofu tabakanın kıskançlığına uğradı. Şikâyet üzerine Eylül 1943’te İzmir’de ikamete tâbi tutuldu. Bir müddet Meserret otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa’ya nakli veya İstanbul’a iadesi için birkaç defa teşebbüse geçtilerse de her defasında red cevabını alındı. Nihayet Ankara’ya nakline müsaade çıktı. Bu karar üzerine Kasım 1943’te Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli civarında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık’ın evine geldi. Bu sırada hasta olduklarından Faruk Işık Bey’in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 28 Zilka’de 1362 (m. 27 Kasım 1943) tarihinde vefat etti. Vefat anında hafif bir zelzele oldu.
Talebelerinden Hüseyn Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh” anlatır: Abdülhakîm Efendi vefatına birkaç gün kala hiç konuşmuyordu. Bir gün önce, gözleri dalmış hep tebessüm ediyordu. Birdenbire yüzüme bakarak, “Arş-ı ilâhîyi gördüm. Ne güzel, ne güzel! Aklım başımda, şuurum yerindedir. Bunları şuurlu söylüyorum” buyurdu.
Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi. Bu sebeple yakınları na’şın İstanbul’a nakline teşebbüs ettilerse de kabul olunmadı. Şehrin belediye sınırları içinde ölenlerin asri mezarlığa gömülmesi şartı vardı. Keçiören’de damadı İbrahim Arvas Bey’in evinde gasl, techiz, tekfin ve namazı eda edildikten sonra Ankara’nın kuzeyinde ve 24 km mesafede bulunan Bağlum’a getirilerek ikindiden sonra defnedildi. Telkinini kimin vereceği, oğlu Mekki Efendi’ye sorulunca; “Babam Hilmi’yi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkinini Hilmi versin.” buyurdu. Böylece defn sırasında kabre inmek ve definden sonra telkinini vermek vazifeleri talebesi Hüseyin Hilmi Işık’a nasib oldu. Bağlum nahiyesi eskiden beri sel, yağmur, dolu gibi afetlerin eksik olmadığı bir yerdi. Ancak Bağlum halkı Seyyid Abdülhakim Arvasî buraya defn olunduktan sonra hiç afet görmediklerini beyan etmişlerdir.
Seyyid Abdülhakim Efendi’nin, Râbıta-i Şerife ve er-Riyâdü’t-Tasavvufiyye isminde iki matbu eseri vardır. Birincisi ikinci defa 1342, ikincisi de 1341’de basılmıştır. Bunlar hâricinde Sevânihü’l-efkâr ve Sevâmih’ül-enzâr (Keşkül), Eshâb-ı Kirâm, Ecdâd-ı Peygamberî, Nemaz Risâlesi, İmam Hüseyn’in Şehâdeti, Mevlid Okumanın Meşruiyeti, Küfr ü Kebâir Risâlesi, Esmâ-yı Hüsnâ Şerhi, Nevevî’nin Hadîs-i Erbâîn şerhi, İslâm Hukukunda Ceza, Sefer-i Âhiret adında tab edilmemiş risâleleri ve talebelerine yazılmış risâle büyüklüğünde mektupları vardır. Arabî, Fârisî ve Türkçe şiirler yazmıştır.
Abdülhakîm Efendi’nin Ahmed Mekki, Ahmed Enver ve Ahmed Münir adında üç oğlu ile Şefia ve Mâhide adında iki kızı vardı. Büyük oğlu Ahmed Mekki Üçışık, babasından mezun olup, Üsküdar ve Kadıköy müftülüğünde bulunmuştur. Abdülhakîm Efendi’nin babası erken vefat ettiği için kardeşleri ve aile ferdlerine sahip çıkarak, hepsini okutmuştur. Nitekim Kasım, Yusuf, İbrahim, Taha, Abdülkadir, Şemseddin ve Ziyâeddin adındaki kardeşleri kendisinden okuyup mezun olmuştur. İbrahim nakîbüleşraf kaymakamlığı, Ziyâeddin Başkale müftülüğü, Yusuf hâkimlik, Abdülkâdir tabur imamlığı yapmış; Taha Efendi ise 1908 meclisinde mebus seçildikten sonra, yeni devirde diyânet işleri heyet-i müşâvere (din işleri yüksek kurulu) reisliği yapmış, 1928’de vefat etmiştir.
Abdülhakîm Efendi, din aleyhdarı neşriyat ve propagandanın çok güçlü olduğu bir zamanda dersleri, vaazları ve yazıları ile Ehl-i sünnet itikadının muhafazasına ve entelektüel bir Müslüman gençlik yetişmesine çok hizmet etmiş; bu uğurda çetin eziyet ve sıkıntılara katlanmıştır. Siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır.
Abdülhakîm Arvasî, devrindeki bazı tarikatların hedeflerinden uzaklaşmalarına ve tekkelerin yozlaşmasına dikkat çekmiş; şeriata uymayan tarikatı kabul etmemiştir. Hatta halife olacak kimsenin sadece tasavvufî terbiye almasını yeterli görmemiş; mutlaka fıkıh bilmesini bir zorunluluk kabul etmiştir. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılmasını sorduklarında: “Hükûmet, boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı.” demiştir.
O’na göre tasavvufun gayesi, Hazret-i Peygamber’in manevî mirasına sahip çıkacak ve her nefesinde yaratıcısını zikredebilecek “kâmil insan”lar yetiştirmektir. Fakat O da, son zamanlarda birçok tarikatın ve tekkenin asıl gayelerini yitirdiğini görmüş ve kâmil insanların azaldığını söylemiştir. Tekkelerin ve tarikatların aslî hüviyetlerini kaybettiği ve tekkelerin kapatılıp, tarikatların yasaklandığı bir devirde, Abdülhakîm Arvasî gibi şeriata uymayan her şeyi reddeden bir âlimin varlığı, İslâmiyetin saf bir şekilde bugüne intikalinde mühim bir rol oynamıştır.
Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyete ve Resulullah Efendimizin haline uygundu. Onun yemesini gören sanki adet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hali istikamet üzere idi. “İstikamet yani Allahü tealanın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir.” sözünü sık tekrar ederdi.
Fevkalâde mütevazı idi. Ben dediği işitilmemiştir. “Büyüklerin, yani hakiki İslâm âlimlerinin yanında biz hâzır olsak hesaba katılmayız, gâib olsak aranmayız. Onlar, onlar idi” derdi. “Keşke Beyoğlu’nda bir bakkal dükkânım olsaydı, kimse beni tanımasa idi” buyururdu. Vaazlarında ve derslerinde hem din aleyhdarlarının propagandalarına, hem de ham sofu tabir ettiği câhil hoca ve müteşeyyihlerin verdiği zararlarla mücadele ederdi. Kelime hazinesi çok zengindi. Aynı manaya gelen birkaç kelimeyi peş peşe söyleyerek insanların anlamasını kolaylaştırırdı. İman ve itikad üzerinde, amelî meselelerden daha çok dururdu. Vaaza ve derse çıkmadan pek çok kitaplara bakarak derse hazırlanır, “Âlim kafadan değil, kitaptan söyleyendir” derdi.
Vefatına kadar bilfiil talebe okuttu. Meclisinde bir dinî meselenin konuşulup izah edilmediği bir an olmazdı. “Şimdi herkese lâzım olan fıkıhta Şâfiî için İbni Hacer [Tuhfetü’l-Muhtac], Hanefî için İbni Âbidîn [Reddü’l-Muhtar]; tasavvufta Mektûbât-ı İmam-ı Rabbanî’dir” derdi. Bunların hâricinde Türkçe Birgivî Vasıyetnâmesi, Kâdızâde’nin Âmentü Şerhi, Hafız Esad Efendi’nin Dürr-i Yektâ, Muhammed bin Kutbüddin İznikî’nin Miftahü’l-Cenne [Mızraklı İlmihal], Nişancızâde’nin Mir’at-ı Kâinat, Ahmed Cevdet Paşa’nın Ma’lûmât-ı Nâfia, Reşehat ve Berekât kitaplarını medhederdi. “Fıkıh okumak, nâfile ibâdetten efdaldir” buyururdu. Her hafta Mevlânâ Hâlid Bağdadî’nin yazdığı Câliyetü’l-Ekdâr kitabını okurdu. Mevlânâ Hâlid Divanı’nı çok sever ve sık sık okurdu.
Her vesile ile sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. “Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.” buyururdu. “Bir vakit namaz üzerimden geçeceğine, Allah bin defa canımı alsın!” derdi. “Namaz kılmak, Allahü teâlâya teveccüh etmek demektir. Dünyada şer’-i şerîfe muvâfık namaz kılanlara, hakâyık münkeşif olur. İlm-i ledünnî ihsan olunur. Bu ilmin yetmiş iki derecesi vardır. En aşağısı, yaprakların sayısını bilmek ve said ile şakî olanı ayırmaktır. Bunlar kabirde namaz kılarlar. O namaz, kıyam ve rükü’ değildir. Allahü teâlâya teveccüh etmektir” buyururdu.
Kapalıçarşı’dan geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkâncı çıktı. Adam hal hatır faslından sonra; “Efendim. Dua edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed’e yardım etsin” deyince, cevaben: “Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet?” buyurdu.
Vaazlarında ve hususî sohbetlerinde sık sık: “Temiz ve yeni elbise giyiniz! Mevki ve hürmet sahibi olan kimseler gibi giyininiz! Helâl olan elbiseleri ve yemekleri ve şerbetleri lüzumu kadar kullanınız! Gittiğiniz yerlerde ahlâkınızla, sözlerinizle İslâmın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi; giyinmenizle de saygı ve ilgi toplayınız! Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedeninizi, nefislerinizi rahat ve hoş tutunuz!” derdi.
Abdülhakîm Efendi, her fırsatta ecnebi lisan bilmenin ehemmiyetini anlatırdı. Arabî ve fârisîyi çok iyi bildiği halde, “Bir ecnebî lisan bilseydim, çok fâideli olurdum” buyururdu.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır: İstanbul’da Tabakhane şeyhi idim. Arabî ve Farisî’yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Abdülhakim Arvasî hazretlerini işitip ziyaretine gittim. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının yanında buldum. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş, talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakim Efendi’yi görünce ancak ona talebe olacağımı anladım ve etrafımdakilere: “Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı.” dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.
Yıllarca hizmetinde bulunan Şakir Efendi naklediyor: İzmir’de Hisar Camiindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi. Anne ve baba çocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu Allah’ın sevgili veli kulunun huzuruna dua etmesi için getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakim Efendi hazretleri çocuğa kısa bir nazar etti ve “Oğlum ismin nedir?” diye sordu. Çocuk birden cevap verdi: “Ahmed!” Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde sevinç gözyaşları döktüler. Sonradan yakınları kendisine ne dua okuduğunu sordular. “Ne okuyacağım? Çocuğu kucağıma alınca, üstadın Seyyid Fehim hazretlerine havale ettim” buyurdu.
Talebelerinden Niyazi Efendi anlatır: Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; “Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?” dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi’ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergahlarına gittim. Hâlimi sordular. “Müşteri geliyor mu?” dediler. “Geliyor.” dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. “Sipariş veren oluyor mu?” dediler. “Bugün yok.” dedim. “Kadın müşterileriniz oluyor mu?” buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; “Bugün gelen kadının işini gör!” buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; “Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın!” buyurdu. Vaazı dinleyen Salihlili bir zat içinden şimdi bunun da ne alakası var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.
Seyyid Abdülhakim Arvasî’nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkadir Bey şöyle anlatır: Bir yaz günüydü. Abdülhakim Efendi ile Eyüb Camiinde öğle namazını kıldık. Sonra Eyyüb Sultan hazretlerinin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yan yana diz üstünde oturduk. “Yanıma sokul, gözlerini kapa.” buyurdu. Gözlerimi kapayınca Hazreti Ebu Eyyüb Ensari hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. “Gözünü aç.” dedi. Açtım. İkimiz sandukanın yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. “Ne gördün?” dedi. Anlattım. “Ben hayatta iken kimseye söyleme.” dedi. Bunu vefatından yirmi dört sene sonra anlatıyorum.
Halid Turhan Bey anlatır: Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve “Buyurun, okuyun!” buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; “Türkçeye çevirin!” buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara’da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.
Necib Fazıl Kısakürek anlatır: 1941 senesiydi. Almanlar sınırımızda idi. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâni idim. Bu meseleyi huzurlarında müdafaa ettim. Lütfen dinlediler. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve sevenlerinden Mahmud Bey vardı. Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi matematik hesabı gibi gösteriyor ve anlatıyordum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: “Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa!” Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve “Müthiş, müthiş! Herkes harbi beklerken ve kimse vesika usulünü beklemezken böyle buyurmaları büyük keramet” derdi.
Yeğeni Faruk Işık anlatır: Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma halinde bir hastahaneye dar attık. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul’a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; “Mahzunum, mahzunum!” diye içlenerek işi, Allahü tealaya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahib olmadığı maddi ve manevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ’de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu.
Talebelerinden Tahir Efendi anlatır: Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; “Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?” buyurdu. “Manolya” dedim. “Şu nedir?” buyurdu. “Gül” dedim. “Ya Tahir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?” buyurdu. “Hayır efendim.” dedim. “Demek ki, farklılık istidadlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!” buyurup tekrar bana baktılar. “Kusurumu bağışlayın efendim.” dedim.
Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helak olacak halde iken; “Ya Rabbi! Zamanımızın kutbunu imdadıma yetiştir!” diye yalvarır. Hemen siyah sakallı birisi zuhur eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve “Böyle git, şehre varırsın!” buyurur. Genç, o gaybdan gelip kendisine yol gösteren zatın şemâiline dikkat eder. Otuz sene sonra, Bayezid Camiinde, tesadüfen vaazında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım diye düşünür. Vazdan sonra çıkarlarken, Abdülhakim Efendinin yanına yaklaşır, daha konuşmadan, Abdülhakim Efendi; “Bitlis’teki tipi fırtınasını mı hatırladın?” diye kulağına hafifçe söyler. Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper, öper.
Talebelerinden askerî diş tabibi Sabri Gökkaya anlatır: Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır: Remzi Efendi isimli bir Mevlevî şeyhini tanımıştım. Gâyet zarif edâlı bir kimse idi. Birgün rastlaştığımızda, bana Efendi hazretleri ile alâkalı şu hikâyeyi anlattı: İlâhiyyât fakültesinde tasavvuf imtihanı vardı. Dersin hocası ben idim. Abdülhakîm efendi hazretleri mümeyyiz seçilip gönderilmişti. Huzurlarında imtihan başladı. Talebenin birine bir sual sordum. Sualim şu idi: “Tarîkatler arasındaki fârıka ve hususiyyetler nelerdir?” Çocuk: “Hârika ve kerâmette Kâdirîlik, aşk ve muhabbette Mevlevîlik, zühd ve takvâda Nakşîlik” cevabını verdi. Sen bunlardan birini tercih durumunda olsan, hangisini seçerdin?” diye sordum. Talebe, herhalde, hocasının mevlevî olduğunu düşünmüş olacak ki, bir cemîle yaptı ve: “Mevlevîliği seçerdim, efendim” dedi. Sormak, talebenin tercih ölçüsünü kurcalamak lâzımdı. “Niçin Mevlevîliği seçerdin, oğlum?” dedim. Hemen cevap verip: “Aşk ve muhabbete herşey dâhildir” dedi. Bu söz üzerine, Efendi hazretleri, çocuğa, “Aferin!” dediler. İmtihan bitti. Çıktık, Efendi hazretleri ile yanyana yürürken, kendilerine: “Efendim, çocuk hocasının tarîkat olan Mevlevîliği seçti, düşüncesini söyledi ve siz onu, âferin ile takdîr buyurdunuz. Halbuki siz Nakşîsiniz. Sebebini süâl edebilir miyim?” dedim. İşte o zaman, Efendi hazretleri bana, insanoğlunun elinin, idrâkinin erişemiyeceği şu ince ma’nâyı ikrâm edip: “Çocuk doğru söyledi. Aşk ve muhabbete herşey dâhildir. Şu var ki, Nakşîlerin zühd ve takvâsı, bu aşk ve muhabbeti örtmeğe perde olmaktadır. Çocuk doğruyu söyledi. Zühd ve takvâ ile örtülü aşk ve muhabbeti ayırd edecek kadar derine inemezdi.” buyurdu.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır: Varlığın Tacına dair, Zonguldak’ta yazdığım yazı Yâ Muhammed! diye başlıyordu. Efendi hazretleri, “Onu çıkar oradan, Allahü teâlânın Resûlüne, hâs ismiyle ve nidâ siygasıyla hitap olunmaz!” buyurdular. Niçin efendim? diye sordum. “Hayâ meselesi! Allahü teâlâ bile, Kur’an-ı kerimde, sevgilisine, hâs ismiyle nidâ ederek hitap etmedi” buyurdu.
Seyyid Abdülhakîm Efendi buyurdu ki:
Meşguliyet nimettir. Meşguliyet olmasa, şeytan vesvese verir.
Tasavvuf, ehemmi mühimme (mühime, daha mühimi) tercih etmektir.
Cüzzam en sâri hastalıktır. Bununla beraber bir cüzzamlı ile kırk sene aynı odada kalan; aynı eşyaları kullanan kimseye, bu hastalığın geçmeme ihtimali vardır. Ancak kapısı ve merdivenleri ayrı bile olsa, tesadüf edilmese dahi, bir fâsık ile aynı çatı altında yaşandığı zaman zulmet geçmeme ihtimali yoktur.
Kibirli insan burnundan halka takılan kimse gibidir. İnsan kibirlendikçe melekler o halkayı yerin dibine batırırlar. Tevâzu gösterdikçe de o halkayı göklere çekerler.
İnsanlar arasında kendisini ayıplamak ya kibirdendir; ya da medhedilmeyi sevmektendir.
İslâmiyet ilim üzerine kurulmuştur. İlim olmayınca, hakikî din adamı kalmayınca, İslâmiyet bozulur. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mucize istemek olur. Allahü teâlâ bunu yapabilir. Fakat, âdeti böyle değildir. İslâm âlimi yetişebilmesi için, İslâm ilimleri meydana çıkıp, yayılıp, böyle yüz sene geçmesi lâzımdır.
Edeb hududa, sınırlara riayet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir.
Allahü tealaya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah’tan mahrum olan ise neye maliktir.
Kur’an-ı Kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tabidir. Pis borudan şifa gelmez.
Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.
Allahü teala sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.
Hak’tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
Din bilgileri, dünyada ve âhirette, huzuru ve seadeti kazandıran bilgilerdir.
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir.
Hakk’ı sevmedikçe, Hak tealayı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile sevişemez.
Her nimet; hep hakka imanın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın ihsanıdır. Her musibet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlığın cezâsıdır.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ıztırap ve felaketten kurtulamaz.
Allahü teala dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru onun dilediğidir.
Allahü teala bize fadlı, ihsanı ile tecelli etsin; fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.
Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
İlim cehli giderir, ahmaklığı değil.
Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.
Kaynaklar
Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye; sh.1023
İslam Meşhurları Ansiklopedisi; cilt-1, sh.34-73
Başbuğ Velilerden; sh.336-351O ve Ben; (İstanbul-1974)
Eshab-ı Kiram; sh.164-166, 287-293
Son Devrin Din Mazlumları; sh.319-336
Şeriat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler; sh.160-164
Yeni Rehber Ansiklopedisi; cilt-1, sh.25
Sefinetü’l-Evliya; cilt-2; sh. 59
Hayatı ve Hâtıralarıyla Seyyid Abdülhakîm Arvâsî; (İstanbul-2017)
Bir yanıt bırakın