İslâmın ilk asrında yaşayan Müslümanlar: Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn.
Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) sonra insanların en üstünleri Eshâb-ı kirâm’dır. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek sohbetinde yetişmişler, pek yüksek derecelere, sahâbîlik şerefine kavuşmuşlardır. Eshâb-ı kirâmı gören ve sohbetlerinde yetişen Müslümanlara Tâbiîn denir. Bunlar bütün din bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan öğrenmişlerdir. Tâbiînin sohbetinde yetişenlere ise Tebe-i tâbiîn denir. Bunlardan sonra gelen asırlarda, kıyâmete kadar gelen insanların iyileri bu büyüklerin bildirdiklerini öğrenip, onların yolunda bulunanlardır. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda olan Müslümanlardır. Onlardan sonra en iyileri onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra en iyileri onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra gelenlerde yalan yayılır.” buyurdu.
Selef-i sâlihîn, dinde sonra gelenlerin hocası durumundadırlar. Dînî gayretleri çoktu. Din kitaplarında onlardan ve örnek yaşayışlarından hürmetle bahsedilir. Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen din bilgilerini kendilerinden hiçbir şey katmadan, olduğu gibi naklettiler. Îtikâtta Ehl-i sünnet ve’l cemâat idiler. Zamanlarının sâfiyet ve berraklığı sebebiyle îtikât bilgilerini kısaca bildirdiler. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) lafızları fazla açıklamaya lüzum görmemişler, tefvîz (ilm-i ilâhiye havâle) yolunu tutmuşlardır. Onların bu tavrına mezheb-üs-selef denmiştir. Bu tâbir, kelâm ilmi açısından ıstılahî mânâdaki mezheb değildir. Yalnız onların müteşâbih (mânâsı kapalı) nasslar (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler) daki tavrını ifâde eder. Bu, o zamânın îcâb ettirdiği bir şeydi. Ehl-i sünnetin dışında bir yol değildir.
Hicrî 4. asırda Hanbelî mezhebinden, dolayısiyle Ehl-i sünnetten ayrılan bâzı kimseler, müteşâbih nasslara sırf zâhirine (görünen), konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar verdiler. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ hakkında buyrulan “yed”, “vech” kelimelerine, konuşma dilindeki mânâları olan “el” ve “yüz” mânâlarını verdiler. Böylece teşbîh ve tecsîm (Allahü teâlâyı yarattıklarına benzetme, cisimleştirme) gibi bozuk bir inanışın içerisine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için selef-i salihînin yolunda olduklarını söyleyerek kendilerine “Selefiyyûn, Selefiyye, Selefiyyeciler” adını verdiler. Hâlbuki Selef-i sâlihîn ile bunların tuttuğu yol birbirine tamâmen zıddır.
İşte, halef denilen sonraki Ehl-i sünnet âlimleri, Müslümanlar arasında selefîlik iddiâ eden mücessime ve müşebbihe gibi bid’at fırkalarının yayılma istidâdı belirince, bunlar karşısında kayıtsız kalmayı doğru bulmamışlar, müteşâbih nassları, İslâm esaslarına, İslâmın rûhuna muvafık olarak tevil etmişler, yorumlamışlardır. Meselâ, Allahü teâlâ hakkındaki “yed” lafzını “kudret”, “vech” lafzını “zat” diye îzâh etmişlerdir. (Bkz. Selefiyye)
Görülüyor ki, Selef-i sâlihîn Ehl-i sünnet îtikâdını kısaca; halef denilen Ehl-i sünnet âlimleri ise, zamanlarında, Müslümanların anlayabilmeleri için daha açık ve geniş olarak bildirmişlerdir. Îtikâd ve îmân bilgilerini İmâm-ı Mâturîdî ile İmâm-ı Eş’arî sistemleştirmiştir. Müslümanlar günümüze kadar, bu bilgileri, bu iki imâmdan birine bağlı olarak öğrenegelmişlerdir.
Bir yanıt bırakın